SOFİ MENÜ |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
1-)ŞAHI NAKŞİBENDİ K.S
Nakşibendî Tarikatı'nın kurucu pîri olan Şah-ı Nakşibend (aslı; Nakşbend) Hazretlerinin (K.S) hayatları:
Şah-ı Nakşibend (K.S) , miladî 9. asırdan itibaren, önemli bir ilim ve irfan merkezi haline gelen Mâveraünnehir havzasında, Buhârâ şehrine dokuz kilometre uzaklıktaki Kasr-ı Hindüvan (Kasr-ı Ârifan)'da dünyaya teşrif ettiler. (H. 718; m. 1318) Asıl adı, Muhammed b. Muhammed Buhârî'dir.
Şah-ı Nakşibend Hazretleri'nin doğduğu ve içinde büyüdüğü, sosyal ve siyasi şartlar; dinin aslına dönmeyi ve müslümanların tekrar eski düzenlerini kurmalarını gerektiren acziyet ve güçlüklerle dolu bir ortam oluşturmuştu.
Buhara, Cengiz Han tarafından 1221'de, ardından 1273'te ve son olarak da 1316'da üç defa talan edilmiş, yakılmış ve hemen bütün ilmî eserler tahrip edilmiştir. Şehir bir daha o eski canlı günlerine hemen hemen hiçbir zaman kavuşamadı. Fakat müslüman halk, bir daha böyle musibetlerle karşılaşmamak için dinlerine sarılmayı da ihmal etmediler.
Nakşibend (K.S), daha ilk çocukluk yıllarındayken, Hacegan Tarikati şeyhlerinden Muhammed Baba Semmâsî (K.S) (ö. 740/1339), müridleriyle beraber o köye gelmiş ve Muhammed Bahauddin'i manevî evlatlığına kabul etmiştir. Baba Semmâsî (K.S)’nin, müridi olan Emir Külal (K.S)’a hitaben: "Bu erin terbiyesi sana aittir." dediği rivayet edilmektedir.
Hakikaten de Muhammed Bahauddin, Emir Külal (K.S)’a intisab etmiş, tarikat âdâbının öğrenilmesi, sohbet ve zikir telkinlerini ondan almıştır. Burada bir meseleyi açıklığa kavuşturmakta fayda var. Şah-ı Nakşibend (K.S) zahiri terbiyesini Emir Külal (K.S)’dan almışsa da batınî-manevî terbiyeyi Abdulhalik Gücdevanî (K.S)’dan almıştır.
Abdulhalik Gücdevânî (K.S) (ö. 1220) Hacegan Tarikati pirlerinden olup Şah-ı Naksibend Hazretlerini rûhânî yolla irşad etmiştir. Bu rûhâniyet yoluyla terbiye usulüne, Veysel Karânî Hazretlerine izafeten "Üveysîlik yolu" denilmektedir.
Şah-ı Nakşibend (K.S)’in intisab ettiği Hacegan Tarikati'nde; mürid tek başına olduğunda hafî (gizli), toplu haldeyken cehrî (açıktan) zikir yapılıyordu. Fakat kendisi, Gücdevânî (K.S)’nin manevî telkiniyle "hafî zikri" tercih etmiştir.
Emir Külal (K.S)’dan hilafet alan, Şah-ı Nakşibend (K.S) daha sonra yedi sene Mevlana Arif (K.S), oniki sene de Halil Ata (K.S) ile sohbet ve arkadaşlık yapmıştır. Bu iki şeyh Yesevî Tarikati'ne mensuptur. İki defa Hicaz'a gitmişler, ikinci seferinde bir müddet Merv'de oturduktan sonra Buhara'ya dönmüş ve ömrünün sonuna kadar burada ikamet etmiştir
2-)SEYYİD ABDULKADİR GEYLANİ K.S
Büyük islam âlimlerinden ve evliyanın meşhurlarındandır. Künyesi, Ebu Muhammed’dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a’zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i a’zam gibi lakabları vardır. İran’ın Geylan şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost’tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsenna’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem şerifdir. Abdülkadir Geylani hazretleri 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefat etti. Türbesi Bağdad’dadır.
Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Fıkıh ve hadis ilimlerinde müctehid idi. Önceden Şâfi’î mezhebinde idi. Hanbeli mezhebi unutulmak üzere olduğundan, Hanbeli mezhebine geçti. Böylece, bu mezhep yayıldı.
İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol ikidir: Birisi (Nübüvvet yolu) olup, aslın aslına kavuşturur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu yoldan vâsıl oldular. Sonra gelenlerden pekaz zevât da, bu yoldan ermiştir. Bu yolda sebebe, vasıtaya lüzum yoktur. Bir kâmil ve mükemmilin sohbetinde kemâle geldikten sonra, feyzi asıldan alıp ilerlerler. İkinci yol, (Vilâyet yolu)dur. Kutblar, Evtâd, Nücebâ, Büdelâ ve bütün Evliyâ bu yoldan vâsıl olmuştur. Bu yola, (Sülûk yolu) da denir. Bu yolda, vasıta, aracı lazımdır. Her iki yolun reisi ve rehberi Resûlullahdır. Vilâyet yolunun imâmı, feyz kaynağı, hazret-i Alîdir. Bu yolda, Resûlullah onu vekil etmiştir. Hz. Fâtıma ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin onunla ortaktırlar. Bu yolda gidenlerin hepsine feyz ve hidâyet, hazret-i Alînin aracılığı ile gelir.
Ondan sonra hazret-i Hasan ve Hüseyin bu vazifeyi teslim aldı. Bunlardan sonra, sıra ile, oniki imâmın evlâdına verildi. Sonları olan Muhammed Mehdîden sonra, başkasına verilmedi. Bütün Evliyâya feyz ve hidâyet bunlardan gelmeye devam etti. Abdülkâdir-i Geylânî kemâle gelince, bu mansıb, ona verildi. Bundan sonra da, kimseye verilmediği keşf ve müşâhede ile anlaşılmaktadır. Vefâtından sonra da, kıyâmete kadar, herkese, feyz, rüşd ve hidâyet, onun rûhâniyetinden gelmektedir. Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Nübüvvet yolu) ile vâsıl olduğundan, vasıtaya ihtiyaçları yoktur. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, nübüvvet yolunda Resûlullahın vekilidir.
Abdülkadir Geylani hazretleri daha doğmadan, ilerde büyük bir zat olacağına dair alametler, işaretler görülmüştü. Babası rüyasında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshab-ı kiramı radıyallahü anhüm ve evliyayı gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana kamil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlad ihsan etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliya arasında derecesi yüksek olacak." buyurdu.
Doğduktan sonra yüksek halleri ile dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte gün boyunca süt emmez, iftar olunca emerdi. Bu halini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım şöyleydi, dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu herkes bilirdi.
Doğduğu senenin ramazan-ı şerif ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini sordular. Emmediğini öğrenince, ramazan-ı şerifin henüz çıkmadığını anlayıp oruca devam ettiler.
Bir gün Abdülkadir Geylani hazretlerine, "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye sordular. Buyurdu ki:
"Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek,
öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın." dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; "Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad’a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim." dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem." dedi. Küçük bir kafile ile Bağdad’a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var." dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili." dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu.
Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var." dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım." dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum." dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa benim vesilemle tövbe edenler, bu altmış kişidir."
Abdülkadir Geylani efendi, Bağdad’a geldi. Buradaki meşhur âlimlerden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti.
İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Said Mahzumi’nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdad halkı çok yardımcı oldu. Zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam edenler arasında pek çok âlim yetişti.
Abdülkadir-i Geylani hazretleri, bir müddet ders verip insanları irşad ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaaz vermeyi bıraktı. İnzivaya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdad’ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:
Irak’ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryadını duyardım. Bazan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır." mealindeki İnşirah suresinin beşinci ve altıncı ayet-i kerimelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyafetlere bürünüp toplu halde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; "Ey Abdülkadir! Onlarla mücadele et, onlara galip geleceksin." derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; "Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım." diye beni tehdit ederdi. Canu gönülden, "La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim" okuyunca, onun tamamen yandığını görürdüm.
Bir kere Abdülkadir Geylani hazretleri şöyle bir ses işitti: "Ey
Abdülkadir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım." Bunun üzerine Abdülkadir Geylani Euzü çekti. "Kovulmuş şeytandan Allahü teâlâya sığınırım. Sus ey mel’un!" diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey Abdülkadir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolda yetmiş kişiyi yoldan çıkardım." dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helal ettim, sözünden anladım. Çünkü Allahü teâlâ böyle şeyleri emretmez." buyurdu.
Başka bir kere gayet çirkin ve pis kokulu birisi geldi. "Ben iblisim, şeytanım. Sana hizmet etmeye geldim, beni ve yardımcılarımı çok yordun." dedi. "Sana inanmıyorum, buradan uzaklaş." dedim. Bana vuracak oldu ise de onu perişan ettim. İkinci defa elinde büyük bir ateş kıvılcımı ile hücum etmeye başladı. Bu esnada elinde kılıç bulunan atlı birisi bana yardıma geldi. Yine onu mağlub ettim. Üçüncü olarak iblisi çok uzakta ağlar gördüm. Gayet üzgün olarak; "Senden ümidimi kestim. Galiba seni yoldan çıkaramayacağım." dedi. "Sus ey mel’un!" dedim ve kovdum. Allahü teâlâ her seferinde beni onlara karşı üstün kıldı.
Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. "Bunlar nedir?" dedim; "Dünya zevkleri ve zinetleridir." denildi. Dünya ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nimetleri kendine çekmek istedi fakat Allahü teâlâ beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahü teâlânın rızasına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan manileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde bulunan manilerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.
Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücadele ettim. Allahü teâlânın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedricen, safha safha mücadele ettim. Onu iki elimle sımsıkı yakaladım. Yıllarca ıssız, sessiz, sadasız yerlerde kalmaya mecbur ettim. Kerh harabelerinde yıllarca kaldım. Yiyecekler malum; otlar, ağaç yaprakları… Dünya sevgisinden kurtulabilmek, nefse üstün gelebilmek için her çareye başvurdum. Gördüğüm her yokuşa tırmandım. Nefsime hiç fırsat vermedim. Bir gece merdivende kitap mütalaa ediyordum. Nefsim; "Biraz uyu, sonra kalkarsın." dedi. Ona muhalefet olsun diye tek ayağım üzerinde durdum. Kur’an-ı kerimi hatmedinceye kadar uyumadım.
Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşeri sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarıp, hep O’nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım".
Nihayet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu.
Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü ile ihsan olundum. Allahü teâlânın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok yiyecek buldum. Dağdan bir parça koparırdım, helva olur, yerdim. Kuma deniz suyu dökerdim, tatlı su olurdu. Sonra böyle yapmaktan haya ettim. Allahü teâlâya karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim.
Nihayet Abdülkadir Geylani hazretleri Bağdad’da insanları irşada, Allahü teâlânın beğendiği yolda bulunmaya davete ve nasihat etmeye başladı. Bir gün kendini nurların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resulullah efendimiz Allahü teâlânın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nurun git-gide çoğaldığı bir anda Resulullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk denilen velilere ait evliyalık elbisesidir." buyurdular.
Abdülkadir Geylani hazretleri tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Peygamber efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi.
Birgün, minberde oturmuş vaaz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevazi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vaazına devam etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye sual edince; "Ceddim Resulullah’ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Haya edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vaaz etmemi emr etti, dedi.
Sohbetlerinde bazan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cuma, salı ve pazartesi gecesi halka vaaz ederdi. Vaazında, âlim ve evliyadan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzur içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devam etti. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hal altmış yaşına kadar devam etti. Huzurunda Kur’an-ı kerim tegannisiz gayet sade, tecvide riayetle okunurdu. Dört yüz âlim onun anlattıklarından notlar tutar, izdiham, kalabalık sebebiyle birbirlerinin sırtlarında yazarlardı. Sorulan suallere gayet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.
Derin ilim sahibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi.
Önce lazım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbai ismindeki bir zat anlatır:
Evliyanın hayatından ve sözlerinden bahseden arabi Hilyet-ül-Evliya kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibadetle meşgul olmak istedim. Gidip Abdülkadir Geylani’nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzurunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer inzivaya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zatların, yani mürşid-i kamillerin huzurunda edeb öğren. Daha sonra inzivaya, yalnız ibadete başla. Yoksa, ibadet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek icabeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdu.
Bağdad’ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihan etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnada Abdülkadir Geylani hazretlerinin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nur çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hal kaplayıp, Abdülkadir Geylani hazretlerinin ayaklarına kapandılar. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suallerinizi sorun buyurdu. Her biri suallerini sorup, hemen cevabını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzurunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suallerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık." dediler.
Ebu Sa’id Kilevi şöyle anlatmıştır:
Ben, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin meclisinde iken, Resulullah efendimizi ve enbiyayı gördüm. Melekler onun meclisine gelmek için bölük bölük gök yüzünden inerlerdi. Bir defasında da Hızır aleyhisselamı görmüştüm. "Her kim dünyada kurtuluşa ermek ve saadete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkadir’in meclisine devam etsin!" buyurmuştu.
İbn-i Kudame şöyle söylemiştir:
"1166 (H.561) yılında Bağdad’a girdiğimizde, Abdülkadir-i Geylani hazretlerini ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sahipti. Onun gibi bir zata daha hiç rastlamadık."
Abdülkadir Geylani hazretleri felsefe ile meşgul olmayı hoş görmezdi, ondan men ederdi. Felsefenin kaynağı akıldır. Filozof, çeşitli bilgileri düzene koyarak madde, hayat, yaratılış, dünya ruh, alem, ölüm ve sonrası gibi konulara aklına dayanarak cevaplar bulmaya çalışır. Bunu yaparken bulduğu cevapların Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlere uyup uymamasına bakmaz. Bu sebeple doğru yoldan ayrılırlar. Felsefecilerin ortaya koyduğu bilgiler, gerek fen bilgilerinin değişmesi, gerekse sonra gelen filozofların öncekilerden farklı düşünmesi sebebiyle ya kısmen yahut tamamen değişir. Bu itibarla sonra gelenler önce gelenleri daima tenkid etmekle veya onların felsefelerini yıkmakla işe başlarlar. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dinin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Bunun için din büyükleri itikadın bozulabileceğini bildikleri için, felsefe ile uğraşmaktan men etmişlerdir. Nitekim İbn-i Sina ve Farabi gibi zatlar felsefecilerin kitapları ile çok meşgul olduklarından sapıtmışlardır.
Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zat gelmişti. Abdülkadir Geylani hazretlerinin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkadir Geylani hazretleri; "Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefat edeceğim." buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefat etti.
Abdülkadir Geylani hazretleri heybetli idi. Az konuşur, çok sükut eder, konuştuğunda gayet cazib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz. Din hususunda asla taviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerim ve lütufkar kimse olamaz." kanaati hakim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alakasını muhafaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıya onun vasıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, azad ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Ambarında helalden kazandığı buğday bulunurdu. Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:
"Yemek isteyen, ekmek isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!"
Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi.
Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazifeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resulullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyarete gelenlere saygı gösterir, tevazu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.
3-)ŞEYH ABDULHALIK-EL GÜCDEVANİ K.S
Doğdukları ve medfun bulundukları yer; Buhara' da Gücdevan köyü. Babasının ismi: Abdülcemil. İmam Malik evladından.
Zahir ve batın ilimlerinde üstün ve müşkülü olanların başvurduğu kapı... Hızır (A.S) ile sohbetleri var. Bir erkek evladı olacağını adını: "Abdülhalık" koymasını söyleyen de Hızır (A.S)
Reşahat kitabında der ki: Hazreti Hace henüz beş yaşında iken Buhara'nın büyük alimlerinden olan Şeyh Üstat Sadreddîn hazretlerinden Kuran-ı Kerîm öğreniyorlardı. Okuma esnasında (Rabbinize tazarru ederek ve gizli dua ediniz,." ayet-i kerimesine geldikçe hocasına, bu (gizli) nin hakikati ve kalp ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve dua cehri (yani aşikar) ve dil ile olursa riyadan korkulur. Araya riya girerse hakkı ile zikredilmemiş olur. Eğer kalp ile zikredersem (şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır) hadis-i şerifi gereğince şeytan bu zikri duyar. Bu müşkilimi halledin, der. Hazreti Üstat, bu kalplere dokunan sözlere hayran olarak; Oğlum bu ilm-i ledünnidir. Allah u Teala dilerse seni ehlüllahdan bir zata ulaştırır. Kalp ile zikri sana talim eder. 0 vakit bu müşkülün hallolur, buyurur.
Bu işaret üzerine bu çocuk bütün müşküllerin, zorlukların açıcısı olan Allahü Teala'dan, müşkülünün çözülmesine muntazır iken, bir gün Hz. Hızır (A.S) yanına gelip, cehri ve hafi zikir yollarını öğrettiler. Kalp ile zikre izin verip vukuf-ı ade-diye onu vakıf kıldılar. Silsile-i Zehebbede en önce adede vukuf ile zikri hafi yapan Hace Abdülhalık Gücdevani hazretleri olmuştur. Hazreti Hızır (A.S) kendisini evlatlığa kabul etmiştir.
Hace hazretleri buyurmuşlardır ki: Yirmi iki yaşında idim.Hazreti Hızır (a.s) beni maveraünnehir'de Hace Yusuf-i Hemedani hazretlerine gönderdi. Ondan tam istifadeye kavuştum.
Hace hazretleri bir aşure günü bir kaç dostu ile sohbet ederken, zahit kılıklı, yani arkasında hırka omzunda seccade olan bir adam kapıdan girip Hacenin meclisinde oturur. Hazreti Hace ara sıra ona bakardı. Bir müddet sonra kalkıp Hace hazretlerine dönerek: Hazreti Resulullah (SAV) buyurmuştur ki: "Mü'minin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Allah'ın nuru ile bakar" Bu hadisin sırrı nedir? diye sorar. Hace Sırrı budur ki, zünnarmı kesip Müslüman olmakla şereflenesin, buyurduk da, Allah korusun! Bende zünnar mı var, dedi. Hazreti Hace hizmetçilerinden birine bu adamın üstünden hırkasını çıkarmasını işaret etti. Hırkayı çıkardıklarında belindeki zünnar görünmekle hemen tövbe edip İslam dinini kabul eyledi. Ve Hacenin müritlerinden oldu.
Hazreti Hace: "Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnanımızı keselim. îman edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnarı kesti, biz de kalbe ait zünnarı keselim. 0 da kibir ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa mazhar olalım." Dostlar arasında şaşılacak haller göründü. Hazreti Hace'nin ayaklarına düştüler, tövbelerini yenilediler.
Bir gün bir derviş hazreti hacenin önüne gelerek: "Allahü Teala, beni Cennetle cehennem arasında muhayyer kılsa, ben cehennemi seçerim. Zira bütün Ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmeyip duruyorum. 0 halde Cennet nefsin muradıdır. Cehennem Hakkın muradıdır. Hace hazretleri bu sözü reddedip: "Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse gideriz. Herhangi katta kalın derlerse kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir." buyurdu. 0 derviş "Tarikatta olanlara şeytaınn eli erişir mi?" Hazreti Hace cevabında şöyle buyurdu: "Tarikatta süluk eden bir derviş, nefsî fanileştirme sınırına varsa bile, kızdığı zaman şeytanın eli ona erişir. Ama faniliğin sonuna varanın kızması olmaz, gayreti olur. Ne zaman gayret ederse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye yeterlidir. Yalnız yüzünü Hak yoluna çevirsin. Allah ü Teala' nın kitabını sağ eline alsın, Resülullah'ın sünnetini de sol eline... Bu iki nur arasında tarikatta yürüsün.
Kendisinden dua isteyen birisine: "Her kim, farzları eda ettikten sonra dua ederse, duası kabul olur. Sen farzları yaptıktan sonra duada bizi hatırla. Biz de seni hatırlarız. Hem senin hakkında, hem de bizim için duanın kabulüne vesile olur" buyurdu.
Abdülhalık Gücdevani' nin manevi oğlu; Evliyayı Kebir için meşhur bir vasiyetnamesi var, biraz da ondan: "Ey oğul! Sana vasiyet ederim ki; bütün hallerinde ilim, edep ve takva üzerinde olasın. Fıkıh ve Hadis öğren. Cahil sofilerden bucak bucak kaç. Şöhret peşinde gezme, şöhrette afet vardır. Makamlarda gözün olmasın, daima kendini aşağılarda tut. Zenginlerden ve ayak takımı insanlardan uzak dur. Helal ye. Şüpheli işlerden çekin. Gücün yettiği müddetçe evlenme ki; dünyaya bağlanır ve o uğurda dinini yele verirsin. Şeyhlere mal ve can ile hizmet et. Onların halini asla kınama ki, onları kınayanlar asla felah bulmaz.
İşin halis, yoldaşın derviş, sermayen din ilmi, evin mescit, yakının Allah (CC) olsun.
Tarikatı aliye'de ondan sonra ana ölçü haline gelmiş on bir düstur var ki, kendilerinindir. Bunlar:
1- Hoş derdem: Her anda uyanıklık,
2- Nazar berkadem: Gözü ayağın önüne bakması,
5- Yad-ı Kerd: Dil ve kalp zikrini birleştirmek,
6- Bazı Keşt: Maksud'un (gayenin) yanlız Allah (CC) olması,
7- Nigahı Daşt: Vehim ve hataların müşahedesi,
8- Yadı Daşt: Hakkı zevk yolu ile müşahede,
9- Vukuf-i Zemanî: Her anı kontrol edebilmek,
10- Vukuf-u adedî: (Zikirde) sayıyı muhafaza etmek,'
11- Vukuf-i kalbî: Zikrin son gayesi olarak kalp kontrolü.
Vefatı hicri 575 (m. 11-79) dedir.
Mübarek uzun boylu, çatık kaşlı, beyaz tenli ve güler yüzlü idi. Göğüs ve omuzları genişti.
4-)İMAMI RABBANİ (EL MÜCEDDİD-İ) K.S
İMAM-I RABBANİ HAZRETLERİ
Hamd olsun, binler ve binler kere; hikmeti alemi ihata eden, Alemlerin Rabbi olan Allah-u Zül Celal Hz.ne. Öyle ki kullarını cehalete düşüp gazabının yoluna meyletmekten, rahmetinin bolluğuna güvenmekten alıkoyan O'dur. İsyandan sonra yapılan iyiliği sanki hiç günaha düşmemiş gibi kabul eden, şefkati gereği merhamet eden, azameti gereği bağışlayıcı olan Rabb-ül Âlemini sena ederiz. Ey pişman olanların sevgilisi, ey abidlerin sevinci, ey yalnızların dostu, ey Mefâhirimiz. Kulluğunla şerefyâbız.
Bendesi olmakla devlete eriştiğimiz Efendimiz Sâllahu aleyhi Vesellem Hazretlerine ve onun ehli beytine salat ve selam ederiz. O peygamber ki, onun hürmetine sıkıntılar ve belalar açılıp dağılır, hacet ve ihtiyaçlar onun hürmetine yerine getirilir. Maksatlara onun hürmetine ulaşılır, güzel sonuçlar onun hürmetine elde edilir. Onun şerefli yüzü hürmetine bulutlardaki yağmur istenilir. Allah'ım, onun ehl-i beytine de, ashabına da her an, her saniye, her nefes alacak zamanda, sana malum olan varlıklar sayısınca salat ve selam ederiz.
*****************
Şanı Yüce Mevlamız kullarını arındıktan sonra, kişilik bozukluğuna düşmek tehlikesinden, ilimsiz iman gafletinden, sakıncalı hallere meyletmek cehlinden, gevşeklikten, ihlâssız amelden korumak için onları peygamberlerle nimetlendirmiştir.
Peygamberliğin ilki Hz. Âdem’in, Hindistan’ın güney sahillerinde bulunan Serendib adasına, Hakk’ın yüce takdiri ile indirildiği rivayet edilir. Bu bereketin izleri, “Adem Toprağı” olarak vasıflandırabileceğimiz Hindistan yarım adasında, yokluğu çekilmeyen, eksikliği sezilmeyen “Rabbani kulların” çokluğu ile günümüze kadar varlığını hissettirmiştir. Hindistan’da yetişen yüzlerce büyük İslam âlimi insanlara doğru yolu gösterdiler, İslam dinine sokulmak istenen bid’atleri yok ettiler. Ubeydullâh-ı Ahrar, Muhammed Zâhid, Derviş Muhammed, Muhammed Bâki-billah, Nur Muhammed Bedvâni, Mazhâr-ı Cân-ı Cânân, Muhammed Ma’sum Fâruki, Senâullâh-ı Dehlevi, Abdullâh-ı Dehlevi, Abdülhak Dehlevi, Abdülaziz Dehlevi, Muînüddin Çeştî…. Kaddesaallahu sırrahul aziz.
İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî Hz. İse, Peygamberî yolun İlahi kaynaktan beslenen ve birkaç nesildir yolu gözlenen en kuvvetli meş’alelerinden biridir.
Onun insanlığa şevk ile inanç nurunu akıttığı devir, insanoğlunun nöbet nöbet geçirdiği “Artık dine, manevi değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını, suallerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.” hastalığının nüksedip inkişaf ettiği devirdir. Çağımızdaki dinleri birbirleriyle buluşturma gayretinin ilk teşebbüslerini Ekber Şah'ın idaresindeki Babürlüler devletinde görüyoruz.
Ekber Şah, sapıklığın, dalaletin zirvesindeydi. O, Hinduizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin, beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma gayreti içindeydi. Ancak onun kurmaya çalıştığı din, en çok Hinduizmden etkileniyordu. Mecûsîlerden ateşe tapmayı, hristiyanlardan çan çalmayı, istavroz çıkarmayı, hindûlardan dînî gün ve bayramları, merasim ve törenlerle ruh göçünü, tenasüh inancını aldı. Devrin tasavvuf mensubu sayılan bazı kimseler, filozofların özellikle işrakiyye ve Revakiyye felsefelerinin varlıkla ilgili görüşlerini, Hind felsefesiylede karşılaştırarak anlatıyordu. Ortaya çıkan şey ise sapkın karma din felsefesinden başka bir şey değildi.
Hindistan topraklarında İslam 8. yüzyılın ilk yarısında yeşermeye başlamıştır. Nakşibendîliğin bu sahada neşv ü nema bulması ise, Şah-ı Nakşibend Hz.den bir buçuk asır sonraya tesadüf eder. Nakşibendî tasavvufî disiplinini Hindistan'a taşıyan ilk mürşid-i kamil; Mueyyeduddîn Muhammed el-Baki Billah Kabûlî Hz.dir. İşte İmam-ı Rabbani’yi yetiştiren zat odur.
Bir hac yolculuğu sırasında “Kabe’ye giderken Kabe’nin sahibini buldum” diyen İmam-ı Rabbani Hz., meclisinde Hakka vasıl olma yolunda kılavuzluk eden Bâki Billah Hz.ni bulmuştur. Şeyhine intisabından evvel, muhterem ve yüksek şahsiyetli babası Abdülehad Hz. den Kâdirî ve Çeştî icazetlerini almış bulunuyordu.
Onun çocukluğu da, ilmin ve ilahi aşkın aydınlık günlerinde geçmiştir. Küçük yaşında Kur’anı hıfzedecek kadar keskin bir zekâ, edebiyatta büyük istidat, muhteşem belagat, parlak fesahat, keskin görüş kabiliyeti, her şubesiyle devşirdiği ilimle harmanlanmıştı. 18 yaşında irşada mezun genç Ahmed Serhendî, 29. babası büyük Ömer-ül Faruk gibi hakkı batıldan ayıran, serbülendî bir er olarak nam salıyordu.
Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Nakşbendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend'den yola çıktı.Bu yolculuğunda Delhi'ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Bâki Billah
Hz.'nin talebelerinden olan Mevlânâ Hasan Keşmîrî ile görüştü.
İmâm-ı Rabbâni Hz.
— Muradımda Nakşibendî yolunun büyüklerinden birine intisap etmek vardır.
Hasan Keşmîrî
— Öyle ise sizi Bâki Billâh Hz. ile buluşturmak benim boynumun borcudur. Zira bugün Ahrâriyye yolunda bu ülkede başka büyük bir zât yoktur. Tâliblerin onun bir nazarıyla, bakışıyla kavuştukları mânevî derecelere, günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyâzetlerle, nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir..
İmâm-ı Rabbâni Hz.
— Bu Hicâz yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?
İlk buluşmalarında birkaç günlük beraberlikten sonra, sadrındaki kıymetin büyüklüğü ile Baki Billâh Hz.nin alakasını çeken İmâm-ı Rabbani Hz. hakkında mürşidi gördüğü fevkalade hali şöyle anlatır:
Baki Billâh Hz.
— Serhend’den Ahmed isminde bir genç geldi. İlimde son derece geniş bir kavrayış yeteneğine sahip. Birkaç gün yanımda kaldı. Bu süre içinde onun hakkında şu intibalara sahip oldum: İnşallah o, gelecekte halka hakikatleri açıklayan gerçek bir önder olacaktır.
Baki Billah Kaddesallahu sırrahul Aziz Hz.nin İki sene çağıldayan feyz ırmağı, İmam-ı Rabbani Hz.nin Ummanları ihata edebilecek kadar engin sadrında sükûna kavuştu. Sanki sırf onu irşad için Delhi’de mekan tutan Baki Billah Hz., mürîdindeki eşsiz gelişmenin hızlı neticesini görünce mürîdanı ve postu ona teslim etti. Mürşidleri hayattayken yeni bir şeyhe gönül bağlamak imtihanı ile karşı karşıya kalan müridlerden bazıları, büyük manevi imtihanlar geçirdiler.
Baki Billâh Hz.
— Ey Serhend ilinin aslanlar yetiştiren toprağının evladı, yolumuzun tam icazetini aldın…
Memleketine dön ve irşad halkanı kur. Bundan sonra evlatlar senin eteğine yapışsınlar!
Bir mürid:
— İmam-ı Rabbani’ye bağlanmam emrolununca, büyüğüme, bunu yapamayacağımı ve kalbimin kendi kalbine karşı olduğunu söyledim. Şeyhim kızdı:
Baki Billâh Hz.
— Sen Ahmed’i ne sanıyorsun! Onun güneş gibi kalbi bizim gibi binlerce yıldız örter! Teslim Ol!
İmam-ı Rabbani Hz. Kendi kendine:
— Bu fakir, bu yola girmek isteği baş gösterince, yüce Allah’ın yardımı imdadıma yetişip beni hidayete kavuşturdu; üstadımız Müeyyedüdin Muhammed Baki Billâh ile buluşturdu. O da bu fakire, Allah ismini zikretmeyi öğretti. Bu fakir de görülen bütün emareler şeyhimin tezahürü ve eseridir.
—
İmâm-ı Rabbânî Hz. memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye, isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî Tefsîrî, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Ma'ârif, Üsûl-i Pezdevî, Hidâye ve Şerh-i Mevâkıf gibi bâzı din kitaplarını ders olarak okuturdu.
—
Zamanının pâdişâhlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok tesirli mektupları ile, dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve velî yetiştiriyordu. Bu kudretli zatın tesiriyle Nakşibendîlik, Hindistan’da süratle yayılmıştır.
Karışık ve sultanların uluhiyyet iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı Rabbani Hz., çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi, tek başına güzellikler dini İslam'ı savundu.
Ekber Şah, İslam aleyhtarlığını o kadar ileri götürmüştü ki, onun döneminde ezan okumak, cenaze namazı kılmak, Arapça öğrenmek, dini ilimleri tahsil etmek dahi yasaklar arasına girmişti.
—
Ekber Şah’ın dini konularla ilgili olarak kendisine danışman seçtiği Ebu’l-Fazl, hükümdarın akıl ve mantık dışı hareketlerini onaylamakla kalmıyor, bir de onları ibadet gibi göstermek çabası içerisine giriyordu. Yazdığı kasidelerde onu ilahi bir görevle gelmiş gibi göstermekten çekinmiyordu.
Ahmed Faruki Hazretleri, Ekberâbad şehrine giderek kendisine ulaştırılmak üzere hükümdarın yakınlarına şunları söyledi:
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
—
— Padişah, Allah Teala’ya ve onun Resul’üne asi olmuştur. Benim tarafımdan kendisine söyleyip hatırlatın ki onun padişahlığı da, kudreti de, iktidarı da, askeri de, ordusu da, aklına bile gelmeyen müthiş bir musibetle dağılacak perişan olacaktır. Tövbe edip Allah Resulünün yolunu tutsun. Aksi halde, Allah’ın kahrını ve gazabını beklesin.
Hükümdarın yakınları bu uyarıyı kendisine iletip gittiği batıl yoldan dönmesi için çalıştılarsa da o, başlattığı hareketin başarıya ulaşacağına kendisini inandırmıştı.
O sırada gördüğü bir rüyanın etkisiyle olsa gerek “isteyen İslam dininde kalır isteyen padişahın dinini seçer” şeklinde, Müslümanlar üzerindeki baskıyı hafifleten bir ferman yayınladı. İmam-ı Rabbâni Hz.nin eliyle Nakşibendilik, Hindistanın her yerinde “karma din” mantığı ile yürütülen, dinleri birleştirme hareketine savunma olarak, çok önemli bir rol üstlenmiştir. Bu hususun araştırmacılar tarafından incelenmesi ve müşahhas verilerin derlenmesi, günümüzde de ortaya atılan bir takım safsataları, bertaraf etmek için izlenilen yöntemleri belirlemede ufuk açıcı ve yol gösterici olacaktır.
—
Ekber Şah'dan sonra oğulları arasında çıkan saltanat mücadelesini Cihangir kazandı. Cihangir babasının dini siyasetini beğenmeyenlerin desteğini almıştı. Bu da Müslümanların, eski dönemin sıkıntısından nisbeten kurtulmasını sağlamıştı. Ancak İmam-ı Rabbani için sıkıntılar devam ediyordu. Hükümdarın huzuruna girerken secde etmeyi kabul etmediğinden hapse atıldı. 3 yıla yakın hapis hayatından sonra, Cinhangir’in pişman olması üzerine hapis hayatından kurtuldu. Hükümdar, vefatına kadar onu müşavir olarak kabul edip, sohbetlerinde bulundu, ondan istifade etti. İmam-ı Rabbani Hz., yönetimin en üst kademesine olan bu yakınlığı İslam lehine kullandı. İslam, Hind topraklarında, İmam-ı Rabbani Hz.nin hükümdara yaptığı telkinlerle bir parça soluk alma imkânına kavuşabildi.
Tasavvufa, ruhbanlık ve felsefi cereyanlardan sokulmak istenen düşünceleri atıp onu asıl kaynağı olan Kur'an ve Sünnet çizgisine getirdi. Halk arasında yayılan bid'at ve cahiliyye adetlerini temizleyerek, şeriata bağlılığı perçinledi.
İmam-ı Rabbanî Hz., her bid'atin bir sünneti ortadan kaldırmasından dolayı bid'atlerle çok mücadele etmiştir. Bıd'atlerin sünnetleri kaldırdığını örneklerle anlatırken şunları buyurmaktadır.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
—
— Mesela bazı şeyhler, sarıklarının uçunu sol taraftan sarkıtırlar. Bunu da iyi ve makbul sayarlar. Oysaki sarığın uçunun iki omuz arasından sarkıtılması sünnettir. Sarığını sol taraftan sarkıtma bid'ati işleyen kimse böylece bir sünneti ortadan kaldırmış olmaktadır.
Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Namaza niyyet konusunda, dil ile niyyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı âlimler, kalb ile niyyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid'attir.
Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.
İmam-ı Rabbani Hz. Hindûların bir takım bayramlarına muhalif olmak için, biraz dini biraz siyasi gayeyle, Muharrem gibi Müslümanların önemli günlerinin kutlanması geleneğini canlandırdı.
—
İmam-ı Rabbani Hz., gençlik yıllarında bir takım eserler ve risaleler kaleme almışsa da, şeyhlik yıllarında gönül sohbeti ve mektupla irşad usülünü benimseyerek, eser telifini bıraktı. Mektup'la irşad, Hz. Peygamber (sav)'le başlayan bir tebliğ yöntemiydi. Asr-ı saadetten sonra pek çok ilim ve gönül adamı, bunu benimsedi. İmam-ı Rabbanî Hz.nin gerek talebelerine ve halifelerine, gerekse halktan kendisine soru soran kimselere yazdığı mektuplar bir eser haline gelmiş, muhtelif dillere terceme edilerek kaynak eser niteliği kazanmıştır. Tasavvuf ve ahlakta da müracaat kitabı olmuştur. 534 mektuptan teşekkül eden Mektubat dikkatle okunursa sosyal, politik, dini bozulmalara cevap ve ilzam mahiyetindeki İslam’ın gerçek vechesini, ilmî ağırlığıyla ortaya koyduğu görülür. Devletin üst kademesinde faaliyet gösteren yöneticilere, doğru yoldan ayrılmamaları hususunda verdiği telkinler ve gösterdiği istikametler incelenmek üzere himmetli araştırıcıları beklemektedir.
—
İmam-ı Rabbanî Hz.nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücûdu "Vahdet-i şühûd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir. Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışını, "Herşey O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade edilen vahdet-i şühûd, bir bakıma vahdet-i vücudûn ileri derecesi olarak görülmesidir.
—
İnanç, ibadet ve tasavvufun birbirinden ayrılamayacağı, İmamı Rabbani Hazretlerinin mektuplarında yer alan önemli hususlardan biridir.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— İnanç ve amelleri yerli yerine koyduktan sonra Allahu Teala’nın yardımıyla tasavvuf ehlinin yoluna girmek gerekir. Ama bu, inanç ve amelin üzerine eklenecek fazladan bir şeyin elde edilmesi için değildir. Bu yola girmekten maksat, inanılan şeyler hakkında kesin ve kuvvetli inanç elde etmek, başka bir ifadeyle kalbi şüphelerden kurtararak tatmine ulaştırmaktır. Tasavvuf yoluna giren insan dinin emirlerini yerine getirirken zorlanmaz, nefsi emmareden gelen tembellik ve isteksizlikten kurtulur.
Müridin, şeyhine bağlılıkta "Gassal (ölü yıkayıcı) önündeki ölü gibi olması gerektiğini" öğütlerdi. Minnet ve ızdırabı aşkın levazımı sayardı. Yoksulluk, sıkıntı ve derd, çaresiz katlanılacak hususlardandı.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
—
— Çünkü dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış bir halde görmek ister. Bu makamda huzur huzursuzlukta, karar kararsızlıkta, rahat rahatsızlıktadır. Bu makamda nefsin talebine çare aramadan kendini minnet ve ıstıraba bırakmak, devanın ta kendisidir. Devlet, O'ndan ne gelirse razı olmaktır.
Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O'na göre fena "ölmeden evvel ölmek" sırrına ermekti. Bu sırra eremezse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.
—
Anlatıldığına göre Abdülhakim Siyalkuti, İmam-ı Rabbani Hz. ile çağdaştı ve onu küçümseyenlerdendi. Bir gece rüyada, İmam-ı Rabbani Hz.ni gördü.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
—
— Euzu billahi….. Bismillahirrahman…… Habibim sen "Allah" de geç. Onları daldıkları bataklıkta bırak da oynayadursunlar"
Abdülhakim Siyalkuti:
—
— Allah Allah. Bu ne haldir. Kalbimdeki bu coşkun heyecan, bu sevgi seli nedir? Yok yok, artık bana rahat-huzur yok. Yolu Serhende düşürmeli. Ben ona varmazsam ya şeyh kalkıp bana gelir, yahut başıma azab-ı ilahiden bir hal!
Hazrete düşman halde yatıp, en şevkli bendesi olarak uyanan Siyalkuti, uyandıktan sonra da zikr-i ilahî devam etti. Doğruca İmam-ı Rabbanî Hz.ne gidip intisab etti. Rivayete göre İmam-ı Rabbanî'ye Müceddîd-i elf-i sanî sıfatını veren odur.
İmam-ı Rabbanî Hz.ne göre gerçekte şeriat ve tarikat birdir. İkisi arasında ayrılık, gayrılık ve fark yoktur. Ancak toplu ve açık tasnifte farklılık vardır.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Şeriat icmaldir, derli toplu belli manalardır. Hakikat ise ayrıntılardır. Birine çeşitli delillerle, diğerine keşf ile erilir. Biri gayb, biri şehadettir. Şeriat gayb, hakikat ise şehadet sayılır. Şeriat gayba imanı emreder, hakikate erince gizli, saklı bir şey kalmaz, her şey açık hale gelir. Şeriatın emri gereği açıklanmış hükümler, hakka'l-yakîn hakikatıyla tahakkuk edince aynen açığa çıkar, ayrıntıları ile ortaya dökülür. Daha önce gayb iken şehadet aleminde gözükürler. Hakka'l-yakîne eren kimsede meydana gelen ilimler, şeriat ilimlerine uygun düşer. Arada kıl kadar da olsa bir ayrılık olsa, hakka'l-yakîn makamının hakikatine ulaşılmamış sayılır. Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz.
—
Birgün İmam-ı Rabbani Hz.ne şöyle sordular:
— Nakşibendiyye tarikatının başının Hz. Ebu Bekir olmasının bu yola verdiği bir hususiyet var mıdır?
—
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Elbette, bu yoldaki bağlılık bütün bağlılıkların üstündedir. Çünkü onların bağlılıkları, Hz Ebu Bekir (r.a)'ın huzuruna bağlı özel bir bağlılıktır. Ayrıca Nakşİbendiyye tarikatının bir başka özelliği de, bu yolda, sonda elde edilecek makamın, işin başında elde edilmesidir. Çünkü Şah-ı Nakşİbend,'Biz sonu, öne aldık" buyurur. Tarikatte nihai gaye Hakk'a vuslattır, onun da dereceleri vardır. Nakşî mensupları yolun başında vuslattan nasib alırlar.
—
— Cenab-ı Peygamber (s a) buyurur ki "Alimler, Peygamberlerin varisleridir".
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
—
— Evet, iki tür ilim bırakmışlardır. "Ahkam ilmi, esrar ilmi". Peygamber varisi olmaya layık olan kimse, peygamberlerin bu iki ilmine de varis olur. Sadece birine varis olmak yetmez. Çünkü mirasçı, ölenin herşeyine varis olur. Mûrisin, bıraktıklarından bazılarına varis olup bazılarına olmaması, söz konusu olamaz. Hz Peygamber (sav) bir başka hadislerinde "Ümmetimin bilginleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" buyurmuştur. Burada geçen alim, Hz Peygamber'in her iki mirasına da varis olandır.
— Peki, üstadım, sırlara dair ilimler hakkında ne buyurursunuz?
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
—
—Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen "sekr" halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değildir. Sehv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır. Kalbin tasfiyesi (temizlenmesi); İslâma uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve mürşidi sevmek bunu kolaylaştırır.
—
— Efendim, dünya ve içindekiler bizi zikrimizden ve ukbâdan alıkoymaktadır. Bu durumda dünyaya karşı nasıl bir halde bulunmak bizim felâhımıza vesile olabilir?
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyâya düşkün olanlar âhirette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı, İslâma uymaktır. Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük nîmettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya taşmamakla olur. Dünyâyı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret mikdârından fazlasını terktir. Bu çok iyidir. İkincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.
— Muhterem efendim, malum-i âlinizdir ki vakit elimizden bir çırpıda akıp gitmektedir. Biz dünyaya sırtımızı dönsek bile o bizim paçamıza dolanmaktadır.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
—
— Dünyânın vefâsızlıkta eşi yoktur. Dünyâyı isteyenler de, alçaklıkta ve bahillikte
(cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefâsızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun. Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmı öğreniniz ve bu bilgilere uygun yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyun ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz. Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır. İşlerin en kıymetlisi sâhibine hizmet etmektir. Yâni Allah'a ibâdet ve tâat etmektir. Gençlik zamânında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür. Annenin yavrusuna faydası olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!
— Nur-u aynım Efendim, gönül her vakit zikrin ve tefekkürün selim bahçelerinde sakin olamıyor?
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— İhsân sâhibinin kapısı çalınınca açılır. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allah'a en çok yaklaştıran şey namazdır. Gönül dalgınlığının ilâcı; gönlünü Allah'a vermiş olanların sohbetidir. Ancak, Câhillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslâm'a uygun olması için, Allah'a yalvarınız.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır:
— İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. Şöyle buyurdular:
— Birkaç gün dur!
— Hemen gidip, döneceğim.
— Birkaç gün sabret!
— Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim.
— Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?
Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şâban ayının on
beşinci gecesi olan "Berât kandili" gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki:
— Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti.
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?
Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefât edeceğine işâret buyurmuşlardı.
Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrar mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu gördü:
— Bütün bu hayratlar, belâların giderilmesi için midir?
İmâm-ı Rabbâni Hz.:
— Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum.
—
İmâmı Rabbânî Hz. M.1625 H. 1034 senesinde vefat etti. Rasûlullah efendimizin vefât ayı olan Rebîülevvel ayının ilk gecesi, Rasûlullah efendimizin huzûruna, 63 yaşındayken kavuştu.
İmâm-ı Rabbânî Hz.nin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Saîd kıldırdı. Serhend'de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-ı Zamân, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı.
Vefât haberi, sevenlerini çok üzdü. Vefâtı üzerine şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür.
—
Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî Hz.. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeği.
İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i âliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi dördüncüsü.
—
Büyük evlatlarından Hâlid-i Bağdâdi Hz., şiiriyle istimdat kapısını çalıyor… Amin deyiniz azizler. Mümkündür ki Halid-i Bağdadi’nin yalvarışının hürmetine sema kapıları bize de açılır:
5-)ŞEYH MEVLANA HALİDİ ZÜLCENAHEYN (BAĞDADİ) K.S
Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretleri, Irak ve Şam'da yetişmiş büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddidi idi. Babası Hz. Osman'ın, annesi ise Hz. Ali'nin soyundandır. Kabri Şam'ın kuzeyinde, Kâsiyun Dağı eteğindeki kabristanda bulunan türbesindedir.
Mevlânâ Hâlid hazretleri zahirî ve bâtınî ilimleri zâtında toplamakla "iki kanatlı" mânâsına zül'cenahayndir. Büyük bir âlimdir, itikadda mezhebi Eş'arî, tarîkatı Nakşbendî-Müceddidî, meşrebi Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî'dir. Bu beş tarikattan da icazetlidir. Nesebi Hazret-i Osman'a varır. Babası, Hazret-i Osman neslinden Hüseyin bin Ahmed'dir. Ecdadından olan Pîr Mîkâil hazretleri ekrad arasında "Altıparmak" diye bilinir.
Mevlânâ Hâlid hazretleri ilimde yüksek derece sahibi, sarf, nahiv, mantık, aruz, münazara, belagat, bedî, hikmet, kelâm, usul, hesab, hendese, usturlâb, hey'et, hadis ve tasavvuf ilimlerinde deniz gibi âlimdir.
Muhtereme annelerinin nesebi, Hazret-i Fâtıma neslinden Pir Hızır hazretlerine dayanır.
Mevlânâ Hâlid, 1190 bin yüz doksan senelerinde Baban sancağı'nın Karadağ kasabasında dünyaya gelmiştir. Burası Süleymaniye'ye beş mil mesafededir. (Süleymaniye, Musul vilayetinde. Musul'un ikiyüz otuz kilometre güneydoğusunda, Bağdad'ın ikiyüz yetmiş kilometre kuzeydoğusunda, İran sınırından kırkbeş kilometrelik mesafede iki dağ arasında uzanmış bir ovada bulunan sancak merkezi bir kasabadır. (Kamusu'l-a'lâm.)
Bu kasab da birden fazla medrese bulunup birçok bahçeleri ve tatlı su pınarları vardır.
Hâlid orada yetişti. Medreselerinin bir kısmında Kur'an'ı, Şafiî fıkhını, sarf ve nahvi öğrendi. Daha bulûğa ermeden akranını geride bıraktı. Bununla beraber nefsini terbiyeye, zühde, açlığa, az uyumağa, haramlardan çok sakınmağa, Suffe ashabının hallerine uyarak kendi haline yaşamağa azmetti.
İlim tahsili için birçok beldelere yolculuk edip ulûm-i nâfiayı, zahir ilimleri öğrendi. Kendi memleketine yakın yerlerde bulunan birçok muhakkik şeyhlerden ilim tahsil etmiş, sonra Süleymaniye'ye gelerek hikmet okumuş, sonra memleketine dönerek hakikat meydanında zamanının âlimlerini geride bırakmıştır. Müşkil ibarelerden ne sorulursa sorulsun derhal cevap verirdi. Çok kuvvetli bir hafızası, harikulade bir zekâsı vardı.
Harikulade ilmiyle meşhur olup şöhreti bütün dünyaya yayıldı. Birçok medreselerin müderrisliği kendine verildiyse de "bu makama layık değilim" diyerek kabul etmedi.
Sonra Sendec taraflarına giderek hendese ve hey'et (yani geometri ve astronomi) ilimlerini büyük âlim Muhammed Kasım Sendecî'den ikmal edip memleketine döndü.
Süleymaniye'deki âlim şeyh Abdülkerim, bin ikiyüz onüçte vefat ettiğinde onun yerine müderris olup ilim okutmaya başladı. Dünya ve ehline meyletmeyip Cenab-ı Hakk'a ibadet ve ubudiyet yolunda istikametini muhafaza etti.
'ın hükümlerini tebliğde hiç kimseden yılmadı ve korkmadı. Sözü tesirli, sireti makbul idi. Azimetle amel ederdi. Emsali ona hased ederlerdi. Fakr u kanaati şiar edinmiş, sabır hasletiyle aziz olmuştu. Vakitlerini istiğrak halinde yaptığı ibadetleriyle geçirirdi.
Bin ikiyüz yirmide içini haccetmek ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in mübarek Ravza-i Mutahharesini ziyaret etme iştiyakı sardı. Mâsivâdan sıyrılarak ve resulü yolunda hicrete koyuldu. Haleb-Şam yoluyla Hicaz'a gitti. Bu beldelerde bulunan meşhur muhaddislerle musahabe eyledi. Onlardan hadis dinledi. Hadis dinlediği Şeyh Muhammed Kezberî, Mevlânâ Hâlid hazretlerine Kadiriyye tarikatından icazet verdi.
Mevlânâ Hâlid, Medine-i Münevvere'ye varınca Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'! bir kaside ile medheyledi. Bir müddet orada kaldı. Adeta Mescid-i Nebevi'nin bir güvercini oldu.
Mevlânâ Hâlid hazretleri anlatırlar:
"Medine-i Münevvere'de iken nasihatından istifade edeceğim bir zât aradım. Birini buldum. Onu, abdest alırken gördüm. Önce ayağını, sonra kolunu, daha sonra yüzünü yıkadı. Kendi kendime: "Bu adam daha abdest almayı bilmiyor!" dedim. Bana sert sert baktı ve dedi ki: "Mekke'ye vardığın zaman böyle şeylere karışma!"
Kim olduğunu sordum. Yemenli imiş. Bir büyük zât imiş. Bir cahilin bir âlimden rica edeceği şekilde nasihat istedim. Birçok nasihatten sonra buyurdu ki: "Mekke'de şeriatın zahirîne muhalif bir iş ve hareket görürsen inkâra kalkışma!"
Sonra Mekke'ye, Harem-i şerife vardım. O zâtın nasihatıyla amel etmeyi uygun gördüm. Bir deve kurban etme sevabını almak için erkenden Harem'e girdim, Kabe'ye doğru oturup Delâil okumaya başladım.
Karşıma siyah sakallı, avam kıyafetinde, Beytullah'a arkasını dönmüş, yüzünü bana çevirmiş bir adam gördüm. Onunla benim aramda kimse yoktu. İçimden: "Şu adamın terbiyesizliğine bak!"
dedim. O adam bana: " katında mü'mine hürmet Kabe'ye hürmetten daha makbuldür. Neden benim Kabe'ye arka dönüp sana yüzümü verdiğime itiraz ediyorsun? Medine'de sana söylenen sözü ne çabuk unuttun!?" dedi.
O zâtın evliyaullahdan olduğuna şüphem kalmadı. Kendisini gizliyor diyerek ellerine kapandım. Kusurumun affını rica ettim. Beni Hakk'a irşad etmesini taleb ettim. Buyurdu ki: "Senin fütuhatın burada değildir." Ayağını kaldırıp Dehlâ'yı gösterdi. Bir baktım Dehlâ'yı gördüm. Gözümün önünden gitmedi. Devamla dedi ki: "Orada sana işaret gelir. Senin fütuhatın orada olacaktır."
Haremeyn'de beni maksuduma irşad edecek bir zât aramaktan vazgeçip haccımı ikmal ederek Şam'a vardım. Oradaki âlimler ile ikinci defa teşerrüf ettim. Bana karşı kalblerinde muhabbet uyandı."
Mevlânâ Hâlid hazretleri, ondan sonra memleketine dönüp zühdünü artırdı. Bugüne kadarki hasenatını seyyiat saydı.
Şah Abdullah Dihlevi hazretlerine bağlı müridlerden birisi gelip Mevlânâ Hâlid hazretleriyle görüşerek, şeyhinin Nakşî tarikında bulunup, peygamber ahlâkı ile ahlâklanmış, ilmiyle amil bir mürşid-i kâmil bulunduğunu, şimdi Cihanabad'da ikamet ettiğini, muradıma orada nail olacağımı anlatarak: "Yürü, onun hizmetine kavuşmak için yolculuk edelim" dedi.
Bu müridin sözü canına işleyip gitmeğe karar verdi. Müderrislik vazifesini terkederek bin iki yüz yirmi dörtte develerle ıssız sahraları geçerek Tahran'a vardılar. Orada İsmail Kâşi isminde bir müctehidle görüşerek uzun tartışmalardan sonra onu susturmuş, İsmail Kâşî de talebelerine "Bizim delilimiz kalmadı" demiş.
Sonra Bestam'a varıp Sultanü'l-ârifin Bâyezid Bistâmî hazretlerini ziyaret ederek farsça bir kasideyle medheylemiş, Markan, Simnan ve Nişabur'a uğrayıp oradaki dostlarını ziyaret etmiş, sonra İmam Ali Rıza'yı ziyaret edip bir kaside ile medhetmiş, o kasideyle de Tuş şairlerini suskun etmiş, Tuş şehrinde birçok bid'atler bulunması sebebiyle çok durmayıp geçmişti.
Sonra Herat'a varmış, oranın ulemasıyla görüşmüş, imtihan meydanında onlarla muhavere etmiş, Afgan uleması Mevlâna Hâlid'i "sahili olmayan bir okyanus"a benzetmişler, hepsi de hakkı teslim etmişlerdir.
Oraya da veda edince birkaç mil ötede acaib haller müşahede etmeye başladı.
Oradan bir mağaraya geldiler. Afgan'ın genç haricilerinin mağarası olup şerlerinden kendi haricîleri bile titrermiş. Oradan geçip Kandehar, Kabil ve Daru'l-ilimde müşavere ettiler. Buradaki âlimler Mevlâna Hâlid'i korkunç bir sel ve şiddetli bir yağmur gibi buldular.
Oradan diğer bir kasabaya vardılar. Orada muhakkik âlim Şeyh Muhammed Senâullah Nakşbendî'nin yanına varıp ondan dua ve yardım taleb etti. Mevlâna Hâlid diyor ki: "O gece rüyamda dişlerini yüzüme geçirip beni çekmeye başladıysa da ben gitmedim. Sabaha çıkınca huzura vardım, rüyamı söyledim." Buyurdular ki: " 'ın bereketiyle kardeşimiz seyyidim Şeyh Abdullah Dihlevî hazretlerinin hizmetine git diyerek "senin maksudun onun vasıtasıyla hasıl olacaktır" buyurdu.
Ben anladım ki şeyhimin himmetinin cazibe kuvveti beni kendine cez-betmiştir.
İniş-yokuş demeden uzun mesafeleri katederek Dehlâ'ya, Cihânâbâd'a vardık. Yola çıktığımızdan bir sene sonra vasıl olmuşuz. Varacağımıza kırk konak kala nefahat ve işaretleri gelmeğe başladı. Ben oraya varmadan has ihvanına geleceğimi haber vermişler.
Mevlâna Hâlid kuddise sirruh, Dehlâ'ya girdiği gece arapça bir kaside ile, bir sene süren yolculuğunu, o meşakkatten kurtulduğunu ifade ile şeyhini medhederek himmetini taleb ile Cenab-ı Hak tarafından kabulünü rica etmiş, matlubuna vasıl olduğun için şükrünü 'a arzeylemiştir.
Mevlânâ Hâlid, şeyhine vasıl olduktan sonra yol ihtiyaçlarından artan neyi varsa hepsini fakirlere tasadduk etti. Sonra Hind diyarında şeyhlerinin şeyhi, tarikatlerinin kutbu, yaratıkların gavsı, hakikatlerin madeni, kâmil ve mükemmil şeyh Abdullah Dihlevî kuddise sirruh hazretlerinden feyz aldı.
Orada telkin olunan zikir ve mücahede ile beraber zaviyenin hizmetiyle meşgul olmuş, beş ay geçmeden de ferd-i kâmil olmuştur. bunu dilediğine verir, O'nun fazlı büyüktür.
İftihar edilmez, zira bir lûtf-i ilâhîdir. Sâliklerden bazıları bir anda vâsıl olur, bazıları bir saatte, bazıları bir günde, bazıları bir haftada, bazıları bir ayda veya birkaç senede vâsıl olurlar. Minhâcü'l-âbidin kitabında bunlar anlatılmıştır.
Abdullah Dihlevî kuddise sirruh hazretleri mübarek eliyle ihvanına yazdığı mektubunda Mevlânâ Hâlid kuddise sirruh hazretlerinin fenâ-yı tam ve bekâ-yı tam ile maksuduna vasıl olduğunu beyan etmişlerdir.
Mevlânâ Hâlid kuddise sirruh hazretlerine Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî olmak üzere beş tarikattan hilafet vermişlerdir. Şeyhinin işaretiyle âlim ve fazıl Abdülaziz Hanefî en-Nakşbendî'yi ziyaretle Kütüb-i Sitte'den icazet aldı. Bu zat, Mevlânâ Hâlid'i icazetnamesinde "Hak yolunda yüksek himmet sahibi" diye medheyledi. Ondan sonra hadis ve tefsirden de icazet vermiştir.
Bir sene hizmet ettikten sonra irşadla vazifeli olarak memleketine dönmek için izin verildi. Abdullah Dihlevî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretlerini dört mil mesafeye kadar uğurladılar. Karadan ve denizden gitmek suretiyle elli günde memleketine ulaştı. Bu elli gün içinde bir şey yemedi ve su içmedi. Zikir ve ibadetle gıdalandı
Zekası keskin, hafızası kuvvetli, iradesi sağlam ve çok çalışkan idi. Devrin meşhur pek çok âlimlerinden ilim öğrenip, icazet aldı. Öğrendiği bütün ilimlerde din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sahip oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamanının bütün âlimleri ve velilerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun derhal cevabını verirdi. Zekası ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi. 21 yaşındayken, ulemaya üstad olup, 7 yıl ders okuttu. Âlimler arasında sözü senet idi.
Hicaz'a gidip Medine’ye kavuşunca Peygamber efendimize olan aşkını Farsça olarak dile getiren Kaside-i Muhammediyye'yi yazdı. Medine’de Yemenli fazilet sahibi bir zata rastladı. Ondan nasihat istedi. O zat dedi ki: "Ey Hâlid, Mekke’ye gidince edebe uymayan bir şey görürsen hemen reddetme." O da Mekke’de bir Cuma günü Kâbe-i şerife karşı Delâil-i Hayrât'ı okurken birinin, Kâbe'ye sırt çevirip kendine baktığını gördü. "Şuna bak Kâbe'ye arkasını çevirmiş, edebi gözetmiyor" diye düşünürken, o kimse; "Mümine hürmet, Kâbe'ye hürmetten öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Sana verilen nasihati ne tez unuttun” dedi. Ondan özür dileyip; "Beni talebeliğe kabul et" diye yalvardı. O da; "Sen burada olgunlaşamazsın, senin işin Hindistan’da tamam olur" dedi. Bu zatın, hocası Abdullah-ı Dehlevi olduğu rivayet edilmektedir.
Bir gün Hindistan'dan Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin talebelerinden Mirzâ Abdürrahim çıkageldi. Hocasının "Mevlana Hâlid'e selamımızı söyle bu tarafa gelsin!" buyurduğunu bildirdi. İkisi beraberce Hindistan’a gittiler. Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, yanında bulunan eşyaların hepsini, fakirlere dağıttı. Hindistan'ın en büyük velisi ve büyük İslam âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevi'nin huzuruna kavuştu.
Abdullah-ı Dehlevi, ona nefsinin terbiyesi için dergahı temizleme vazifesini verdi. O, âlim bir zat olmasına rağmen, hiç itiraz etmedi. Bir müddet bu vazifeye devam ederken, hocası ile karşılaştı. Onun omuzları üzerinden Arş'a doğru muazzam bir nurun yükseldiğini ve meleklerin ona hayranlıkla baktıklarına şahit oldu. Hocası, onun tasavvufta pek yüksek derecelere eriştiğini görünce, devamlı yanında bulunmasını emretti. Abdullah-ı Dehlevi'nin kalbindeki bütün esrar ve manevi üstünlüklere kavuştu.
Abdullah-ı Dehlevi hazretleri; "Ey Hâlid, şimdi memleketine ve Bağdat'a git! Oradaki insanları ü teâlâya kavuştur" buyurdu. O da gidip irşada başladı. Bağdat Valisi Said Paşa, ziyaretine geldi. Birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçi gibi edeple huzurunda oturmuş olduklarını gördü. Onun heybetini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Celâl hâli gidince, Said Paşanın titremesi de geçti. Daha sonra vali, talebeliğe kabul edildi.
Ulemadan Şeyh Ali Süveydi, hadis âlimi idi. Hadis-i şerif senetlerinde kuvvetli bilgisi vardı. İmtihan maksadıyla, Mevlana Hâlid hazretlerine geldi. Kütüb-i Sitte'de yazılı hadislerden üç hadisi senetlerini yanlış olarak, imtihan yollu okudu. O da, bu hadislerin asıl senetlerini sahih olarak okuyunca, hemen ellerine kapanıp, kalbine gelen imtihan düşüncesinden tevbe ederek af diledi. Her yerde; "Mevlana Hâlid zâhir ve bâtın ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayız" derdi.
Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin pek çok kerametleri görülmüştür.
Bağdat'tayken Hâcı Mahmud Efendi isminde bir talebesi vardı. Bu zat, çok borçlanmıştı. Bir gün "Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmaya yüzüm kalmadı" deyince, buyurdu ki:
"Bir ay sabret." O, bunun üzerine; "Aman efendim, bir ay sabredecek tâkatim kalmadı" diyerek iki defa tekrarladı. "Öyle ise, kaldır şu hasırı istediğin kadar al" buyurdu. Mahmud Efendi de hasırı kaldırdı ve altında bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı altının yerinde yeni bir altın gördü. Borcunu tamamlanıncaya kadar bu işe devam etti.
Süleymâniye'nin meşhur âlimlerinden bazısı, Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerini, akli ve nakli ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile imtihan ettiler. Çaresiz kalıp, Irak'ın her bakımdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-İslam denilen Şeyh Yahyâ Mazuri İmâdi'ye mektup yazıp; "Süleymâniye âlimleri tarafından, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanların hücceti, efendimiz, üstadımız Yahya Mazuri İmâdi hazretlerine arz olunur ki, şehrimizde, Hâlid isminde bir zat zuhur eyledi. Hindistan'a gidip geldikten sonra, vilayet-i kübra ve insanları irşad davasında bulunuyor. Bu zat, din ilimlerini tahsil ettikten sonra, terk eyledi. Yanlış yollara saptı. Bizler onu ilimde yenemedik. Büyüğümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlışlığını ve zararlarını def edip, onu yenmeniz, üzerinize vaciptir. Gelmeyecek olursanız, bu fikirleri bütün insanlara ve diğer şehirlere yayılacaktır" dediler.
Bu mektup, Şeyh Yahya'nın eline geçince, bazı talebeleri ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Şehre yaklaşınca, bütün âlimler, karşılamaya çıkıp, herbiri kendi evine davet ettiyse de, kabul etmedi ve; "Bu saatte o zatla görüşmem lazımdır" diyerek, Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin evine gitti.
Şeyh eve girince, onu kapıda karşıladı ve yanı başına oturttu. Şeyh Yahya'nın kalbinde, bir takım ince ve zor meseleler vardı. Bunları sorup imtihan edecekti. Hâlid-i Bağdâdi hazretleri, Şeyh'e hitaben; "Din ilimlerinde çok müşkül meseleler vardır. İşte biri şudur ve cevabı budur; diğeri şudur, cevabı budur" buyurup, Şeyh'in kalbindeki bütün sualleri ve cevaplarını söyledi. Şeyh Yahya meseleyi anladı. Tevbe edip talebelerinden oldu.
Talebelerinden İbni Âbidin hazretleri; "Dün gece rüyamda Hz.Osman'ın vefat etmiş olduğunu gördüm. Çok büyük bir kalabalık oldu. Cenaze namazını ben kıldırdım" diyerek rüyasını anlatınca, Mevlana Hâlid hazretleri; "Yakında vefat ederim. Sen de kalabalık bir cemaat ile cenaze namazımı kıldırırsın, çünkü ben, Hz.Osman'ın soyundanım" buyurdu. İbni Âbidin bunu duyunca çok üzüldü. Çok geçmedi vefat etti. Cenaze namazını, Hanefi mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid İbni Âbidin hazretleri kıldırdı.
Talebelerinden ve halifelerinden olan Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerini çok sever ve ona çok dua ederdi.
Buyurdu ki:
Nefs-i emmareden kurtulmanın alameti, insanların övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinmek, önem vermemelerine üzülmek, basitlik ve akılsızlıktır.
6-)SEYYİD ABDULLAH K.S
Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Kendilerine Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlim ve velîler silsilesinin otuzuncusudur. Bu diyârda Nakşibendî, Müceddidî, Hâlidî kolunun önde gelen temsilcisidir. İsmi Abdullah'tır. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Tâha-i Hakkârî'nin amcasıdır. Lakâbı, Sirâcüddîn ve Menba-ul-Hilm'dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Şemdinli civârında dünyâya gelmiş, 1813 (H.1228) senesinde Şemdinli'nin Nehrî kasabasında vefât etmiştir. Kabri orada olup, ziyâret edilmekte ve bereketleri hâsıl olmaktadır.
Şemdinli'de dünyâya gelen asîl, temiz ve şerefli bir âileye mensûb olan Seyyid Abdullah Şemdînî, küçük yaşta ilim tahsîline yöneldi. Zamânının usûlüne göre ilk tahsîlini gördükten sonra, Irak'ın Süleymâniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye devâm etti. Aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öğrenmekle meşgûl iken medrese arkadaşı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ile bir kardeş gibi yaşadılar. Yüksek yaratılışı olan bu iki gönül dostu zâhirî ilimleri tahsîl ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan tasavvufa karşı alâka duymaya başladılar. Bu alâka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp, kendilerini mânevî olarak terbiye edip, bâtınî ilimleri öğreterek yetiştirecek bir rehber, yol gösterici aradılar.
Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zâttan alacağı mânevî feyz ve bereketin aralarında müşterek olmasını kararlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler. Yâni aradıkları o büyük velîyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen diğerinin de o zâtı tanımasına, ona bağlanıp feyz almasına vâsıta olacaktı.
Kendilerine yol gösterecek mânevî bir rehberi aradıkları sırada Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî aldığı bâzı mânevî işâretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zâhirî ilimlerde yüksek bir âlim olan Abdullah-ı Şemdînî de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ona; "Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime ortağız." dedi. Nihâyet Hindistan'a gitmek üzere Süleymâniye'den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştı. Sonunda Nakşibendiyye mânevî yolunun mürşid-i kâmili Şâh Gulâm-ı Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda lâyık ve müstehak olduğu fazîlet ve olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine yükseldi. Hocası ona, İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle, insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle olabilmek ve talebe yetiştirmek hususunda tam bir icâzet, diploma ve hilâfet verdi. Hocasının tam ve mutlak vekili olarak aldığı yüksek feyz ve kemâlâtı, ilim ve edeb âşıklarına sunmak ve onları yetiştirmekle vazîfeli olarak Bağdâd'a gönderildi.
Bundan sonra bütün âlem, vâsıtalı vâsıtasız irşâd ve feyz kaynağı olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin mânevî nûru ile nûrlanmaya başladı. Böylece Bağdâd'da feyz ve nur saçan rahmet güneşi doğdu.
Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdâd'da kaldıktan sonra Süleymâniye'ye dönen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ziyâretine gitti. Mevlânâ'nın Hindistan'da elde ettiği mârifet ve kemâlâtı, olgunluğu görünce ona olan muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeliğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip o evliyâlık güneşinin sohbetlerine devâm etmeye başladı. Onun önde gelen talebelerinden oldu. Bâzı hasetçi ve inkârcı kimselerin, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü iftirâlarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yolunu kesmeye çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asâlet ve yüksek kâbiliyet ile Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebe yetiştirmek husûsundaki mahâretinin birleşmesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetişerek olgunlaştı. Mevlanâ hazretlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ona talebe yetiştirmek üzere icâzet, diploma verdi. Mevlânâ hazretlerinden icâzet ve hilâfet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, kardeşi Seyyid Ahmed Geylânî hazretlerinin oğlu Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'yi de, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesîle oldu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir ara, Bağdâd'a gitti. Bu sırada Abdullah-ı Şemdînî talebelerin başına geçip onları yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonra tekrar Süleymâniye'ye dönen Mevlânâ hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere çeşitli beldelere yetiştirip gönderdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı Şemdînî'yi de Şemdinli'ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şemdinli civârındaki Nehrî kasabasına yerleşti. Nehrî'de medrese, tekke ve zâviyeler yaptırarak talebe yetiştirmeye başladı. Türkiye, İran ve Irak'ın çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pekçok kimseyi zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyânın ve İslâm âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı İslâmiyeti, güzel ahlâkı insanlara anlattı. Bilhassa edeb ve ahlâktan mahrûm aşîretler üzerinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesîle oldu. Kabîle ve aşîretlere, anlayacakları şekilde güzel nasîhatlar vermek sûretiyle onların doğru yola kavuşmalarına vesîle oldu.
7-)ŞEYH SEYYİD TAHA K.S
O' nun neslinden... 0 da Seyyid...
Gavsı Geylani'nin torunlarından...Kur'an-ı Kerimi hatim ve hıfz ettikten sonra ilim tahsiline başladı. Süleymaniyye, Kerkük, Revandız, Erbil, Bağdad ve daha birçok medreselerde büyük alimlerden ders almış, ilim ve fenleri ikmal edip, icazetle Süra (Berdesur) gelerek, bir medrese tesis edip tedrisata devam buyurmuştur. Bir çok ulema ve ezkiya yetiştirmiştir. Kendileri o havalide "Alleme" olarak iştihar etmiş, tanınmıştır.
Bir gün rüyada görürler. Dağdan bol bir su akıyor ve herkes ondan içmeye koşuyor. Seyyid Taha ise suyu kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyorlar. Bir de ne görsün; Suyun kaynağında Allah'ın (C.C) Resulü (S.A.V).. Tüm sular onun mukaddes parmaklarından akmakta... ve tüm coşku ile suyu asli kaynaktan içiş...
Nihayet babası ve annesi gibi en yakınlarına danışıyorlar:
-"Ne yapayım?"
Ardından cedleri Abdülkadiri Geylani'nin (K.S) türbelerinde derin murakabe... Gelen hitap:
-"Oğlum Taha: Benim tarikatım çok büyüktür, ama şimdi ehli kalmadı. Sen hemen Mevlana Halid'e teslim ol ve onun yoluna gir."
Mevlana Halid, Seyyid Taha'yı, Abdullah Dehlevi'nin kendisini beklediği gibi beklemekte... Büyük ikram ve itibar. Seyyid Taha hazretlerine özel bir ev tutuyorlar ve onu, tam seksen gün hususi bir murakabe altına alıyorlar. Sekseninci gün her şey tamam Mevlana Halid buyuruyorlar:
"Artık yerine dönebilir ve irşat makamına geçebilirsin! Yürü bu yol senin..."
Süluk ve terbiye esnasında Hazreti Mevlana, Seyyid Taha hazretlerine dağdan istinca taşları getirtti. Hülefa ve etba'ı arasında, bu hal, taaccüble karşılanır, Hazreti Mevlana Resulü Ekrem'in (S.A.V) Ehl-i Beytine çok fazla bağlı olduğu halde Seyyid hazretlerini dağa göndermesindeki hikmet nedir? diye tereddüt hasıl olur, Mevlana hazretleri ise bu hususta konuşmaz, sükut ederdi.
Seyyid Taha hazretleri hilafetle müşerref olup Berdesüra hareket edeceği zaman, Hazreti Mevlana büyük bir cemaat ile teşyi ederler. Arz-ı veda eder. Mevlana'nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anlamış, bakmış ve görmüş ki, üzengiye yapışan ve onu tutan bizzat Mevlana'nın kendisidir.
Estağfirullah deyip, geri çekilmiştir. Hazreti Mevlana, Seyyid Taha hazretlerine hitaben: "Bir zaman nefsin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resul-i Ekremin Ehl-i Beytine olan bağlılığım hasebiyle, üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de imtina edemezsiniz" 0 da sıkılarak, emir edepten üstündür sözü gereğince ata biner ve şehrin dışına kadar, binlerce alim, salih, mürit ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile gîder. Mevlana durup elindeki dizginleri de, Seyyid Taha' ya verip, bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmede kusur etmedin. Cenab-ı Hak yardımcın, büyüklerin ruhları sığınağın olsun, buyurur.
Rabıta etmenin çokluğundan boynundaki kemik dışa doğru eğilmiş görünürdü.
Nehri kasabası 1750 hane iken, hiçbir evde yemek söz konusu değildi. Hepsi tekkeden yer, içerdi. Mürşidinin tavsiyelerine binaen devlet ricali ile temas buyurmazlar, ancak bazı Müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Halbuki başta Sultan Abdülmecid Han olmak üzere bütün devlet ricali her emirlerine amade idi.
Seyyid Taha hazretleri zamanında, İran Şahı, Şemdinan'a yakın 145 pare köyü, her şeyi ile beraber Seyyid Taha'ya bağışlar. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğer ve sonra kaldırıp: "Elhamdulillah" der. İran Şahı ölünce oğlu bu köyleri geri alır. Haberi Seyyid Taha'ya getirdiklerinde yine başını eğer, bir an sonra kaldırır ve "Elhamdulillah" buyurur. Halife Köse: "Efendim, köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz, geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir? diye arz edince: "Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünya malına sevinmediğini gördüm, bunun için hamdettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim" buyurdu.
İlimde öyle şöhret sahibi idi ki, rahle-i tedrisatlarında zamanın büyükleri devamlı bulunmaktaydı...
Hırsızın biri, Seyyid Taha hazretlerinin ambarına girip, bir çuval un çalmak ister. Çuvalı doldurur, fakat kaldıramaz. Yarıya kadar boşaltır, yine kaldıramaz. Kaldırmak değil, çuvalı yerinden bile oynatamaz. Biraz daha boşaltır, yine kaldırıp götüremez. 0 sırada Seyyid Taha hazretleri ambara gelir: "Ne o çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim buyurur." Hırsız, Seyyid Taha hazretlerini görünce donakalır. Bir şey diyemez. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp hırsızın sırtına verir ve: "Bunu al git bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa ambara değil bize gel." buyurup onu gönderir. Hırsız tövbe edip, sadık müritlerinden olur.
Seyyid Taha hazretlerinin kayınpederi Nehri kadısı İdi. Bu mübarek damadını o kadar çok severdi ki, kabrinin, onun kabrinin girişine yapılmasını ve: "Seyyid Taha hazretlerinin kabrini ziyaret etmek isteyen Hak aşıkları benim mezarımın üstüne bassın da geçsinler. Belki mübarek Taha'yı ziyaret edenlerin toprağına deyen ayaklarımın yüzü suyu hürmetine Allahü Teala beni affeder, yahut Onu ziyarete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberrük ederim.." buyurdu. Ve gerçekten o mezar Seyyid Taha hazretlerinin mezarının tam girişindedir.
Berzenci seyyidlerinden Seyyid Musa (K.S.) kervan başı olarak İran'a giderken, gayet sarp bir yerde, katırı yoldan düşüp, uçuruma yuvarlanırken, "İmdat ya Seyyid Taha!" diye yalvarır. Hayvan olduğu yerde kalır. Çekip yola çıkarırlar. Bir müddet sonra ziyaret için Nehri' ye gelir. Seyyid Taha hazretleri: "Ya Seyyid Musa, bir katır için bizi İran'a çekiyorsunuz buyurur. Seyyid Musa cevaben: "Efendim hazretleri, dünyada katırımıza bakmazsanız, ahiretde bize nasıl bakarsınız" diye latife eder.
Sultan Abdülmecid Han zamanında İstanbul'da Remil ilmi yaygın idi. Padişahın emri ile zamanın kutbul ferdi nerede ve kim olduğu araştırılmış, neticede kutb-ül ferdin hazreti Seyyid Taha olduğu tespit edilmişti. Bunun üzerine padişah tarafından Seyyid Taha hazretlerine yazılmış ve İstanbul'a davet buyurulmuştur. Seyyid hazretleri ise "Remle itimat tahminidir. Bu hususta İstanbul'a gelmem mümkün değildir. Padişah ısrar ederlerse, başka bir tarafa hicret edeceğim." diye kesin cevap vermiştir. Zira Mevlana Halid hazretleri bütün halifelerini devlet ricali ile görüşmekten men buyurmuşlardır.
Seyyid Taha hazretlerinin iki oğlu vardı. Biri genç yaşta vefat etti. Bu oğlunun ismi Habibullah'tı. Bu oğlunu çok severdi. Diğer oğlu Seyyid Ubeydullah hazretleri olup,babasından istifade ettikten sonra, amcası Seyyid Muhammed Salih hazretlerinden hilafet alarak, amcasından sonra büyük bir salabetle Nehri makamını irşat ve hükümdarlıkla idare etmişti.
H.1269 yılında ebediyete göç var...
Mübareğin alnı geniş, kaşları kesif (sık), iki kaşlarının arası açık, mübarek gözleri siyah, yüzleri müdevver, lihyeleri top, kametleri mu'tedil bir nur parçası idi.
8-)ŞEYH SEYYİD SIBGATULLAH ARVASİ (GAVSI HİZANİ) K.S
O da nurlu dairenin içinden...
Asılları Bağdat'tan gelme.Babası Seyyid Lütfullah, Onun babası Seyyid Abdurrahmani Kutub, Onun babası Seyyid Abdullah Veli, Onun babası Seyyid Muhammed, Onun babası Seyyid Muhammed, Onun babası Seyyid Muhammed, Onun babası Seyyid İbrahim, Onun babası Seyyid Muhammed Kutub, Onun babası Seyyid Kasım-i Bağdadi el Hüseyni ... ve taa O...
Kendileri bu yolda gavsiyet makamına ulaştı. Buraya geldiklerinde Bitlis'in Hizan ilçesine yerleşipyaşadılar. Lakapları Gavsı Hizani.
Gavs Hazretleri H.1245 tarihine kadar İslami ilimlerle meşgul oldu. Bu tarihte Van'da bulunan Şeyh Muhyiddin ile tanışıp ondan tarikat aldı. Şeyhi vefat edince Gavs Hazretleri Cizreli Şeyh Halid'in yanına gidip ona hizmet etti. Nihayet o da vefat edince halifesi olan Şeyh Salih-i Sipiki' nin yanına gitti ve hilafet aldı. Bunlardan başka Bitlis' li şeyh Musa ile şeyh Abdulkadir' den de istifade etmiştir.
Bu arada Gavsın oğlu Şeyh Bahauddin ve Halifesi Seyda-i Taği'nin rivayetine göre Gavs Hızır (A.S.) ile tanışıp ondan da istifade etti.
Böylece koca bir on yıl büyük zatlarla geçti. Ardından Seyyid Taha, Gavs'a "Evine dön" diye haber gönderir. İşte nihai dönüş ve asli hedef...
1268 de Seyyid Taha vefat edince bir müddet oğlu Seyyid Salih' in hizmetine devam etti. Onun da vefatından sonra Gavs bu yolda kendine bırakılan nurlu halkaya oturdu ve hizmet etti.
Seydai Taği'nin oğlu Hazret (Muhammed Diyauddin), Gavsın katibinden naklen şöyle anlatıyor: "Gavs'ı Hizani'nin dedelerinin bulunduğu köylerde hiçbir oyun aleti olmadığı gibi, kendinde bir çalgı bulunan kimsede oralardan geçemiyordu. Onlarınn çoğu ata binmiyor, sakal ,tıraş etmiyor, nihayet güzel elbise giymemek, sigara içmemek adetlerinden idi. Hatta meclislerinde sigara içilmesine müsaade etmezlerdi. Oturdukları yerler ya camii, ya medrese ya da tekke idi...
Gavs'ın ;
1. Şeyh Celalüddin
2. Şeyh Bahaüddin
3. Sultan Veled
4. Seyyid Bahri
5. Seyyid Burhaneddin
(Bu üçü çocukken vefat eylemişlerdir)
6. Şeyh Hamza
7. Seyyid Nur Muhammed
8. Şeyh Hasan adında sekiz oğulları vardı.
Buyurdular: "Rabıta olmadan, fena fişşeyh olmaz, fena fişşeyh olmadan, fena firresul olmaz. Fenafirresul olmadan da Fenafillah olmaz, fenafillah olmadan da vusül olmaz..."
Buyurdular: "Mürit şeyhini iyi taklit etmeli, ancak, şeyhin hallerinden bir hal, şeriata muhalif olduğunda, Mürit; Şeriata uyar. Mürşidi taklit etmez, lakin şeyhi inkar da etmez." Ve ardından müridin mürşidi bütün halleri ile taklit etmenin zararından bahsederek, Sadatın şu sözlerini naklettiler: "Temkin sahibini taklit eden zındık olur."
Buyurdular: "Tayy-ı Mekan, akşamla yatsı arasında olur."
Yukarıda Gavs hazretlerinin şeriata bağlılığından bahsetmiştik, yine ona ait bir olay; Zamanın şeyh taslaklarından biri, Hakk sahibi birini hakkını almaktan men edip, delil olarak da, insanların koyduğu bir kanunu (veya ananeyi) gösterdi." diye bildirildi. Gavs hazretleri büyük bir kızgınlıkla "Bakın bakın... bu iki olay arasındaki çelişkiye bakın! Hem şeyhlik iddia ediyor, hem de Allah'ın (C.C) kanununa muhalefet edip, insanların koyduğu kaidelere uyuyor."
Gavs'ın kerametleri saymakla bitmiyor. Yalnız biz, vefakarlığın nihai noktaya vardığı bir olayı zikredelim: "Bir kadının Gavs'ın bir müddet hizmetinde kalmış olduğu oğlu hastalanmıştı. Hastalık çok şiddetlenince, anne, Gavs'a gelerek evladının Allah'ın (C.C) izni ile şifa bulması için dua talep etti. Gavs: "Şifa olmaz" buyurdu. Kadın tekrar yalvarınca: Gavs: "fayda yok ölüm meleği gelmiş. 0, ruh almadan gitmez" dedi. Kadına bu söz de tesir etmeyip ısrarla yalvardı. Nihayet Gavs hazretlerini oğlunun yanına kadar götürdü. Ve gavs, çocuğun yerine ruhunu teslim etmeye karar verdi. Orada bulunanlar bir anda Gavs'ın renginin sarardığını hissettiler. Tam o anda Gavs'ın Hal sahibi bir müridi odundan geliyordu. Durumu görünce anladı, hemen yükünü sırtından indirip, ruhunu Gavs' ın ruhuna feda ederek orada vefat etti. "Ardından Gavs da çocuk da iyileştiler...
Gavs, nihayet Kur'ani deyimle "herkesin tadacağı ölüm" ve "Te'hir ile akdim olunmayan ecel" gelip, H.1287 yılında ebediyet yolcusu olarak ebediyete uğurlandı. Ardında dört halife bıraktı.
Gavs'ın bıraktığı dört halife:
1. Bu yolun Gavs'tan sonra gelen köşe başı; Büyük Kutup, Şeyh Abdurrahmani Taği...
2. Gavs'ın oğlu; Şeyh Bahaüddin...
3. Meşhur müdekkik ve Muhakkik alim, kendisine ilminden dolayı zamanın şafiisi diye lakap takılan, hatta Gavs'ın zaman zaman, Seyda diye çağırdığı büyük zat Şeyh Halid-i Öleki...
4. Zamanında emsali çok az bulunan Şeyh Abdurrahmani Meczup..
9-)ŞEYH ABDURRAHMANİ TAĞİ K.S
Adı Abdurrahman, lakabı; Seyda-i Taği'dir.
Aslen Siirt'in kazası Şirvan' lıdırlar. Babaları Molla Mahmud namında Gavs'ı Hizani'nin (Seyyid Sıbgatullahi Arvasi) müridi idi.
Hicri 1249'da dünyaya gelirler. Ömürlerinin büyük bölümü Hizan'ın bir köyü olan Tağ'da geçtiğinden köyün ismine atfen Seyda-i Taği namıyla şöhret bulmuş, sonradan Norşin'e yerleşiyorlar ve orada vefat ediyorlar.
Önceleri meşhur Sipikan aşiretinden olan Molla Resuli Sipiki'nin yanında okurlar, sonra da Molla Abdurrahmanı Melekendi'nin (Melekend, Bulanık'ın bir köyüdür) yanında okurlar.
Seyda-i Taği evvela Kadiri tarikatına girmiş ve Kadiri Şeyhlerinden olan Şeyh Abdulbariyi Çilçaki'nin (Çilçak, Hizan'ın bir köyüdür) yanında amel ederler. Ayrıca o zamanlar Gavs-ı Hizaninin münkiri idi...
GAVS-I HİZANİYE İNTİSABI
Seydanın Gavs-ı Hizaniye teslim oluşu ilginçtir. Olay şöyle olur; Seydanın bulunduğu köy olan Tağ'da halk, tümüyle kadiri tarikatına mensup, bir kişi hariç; bu zat Süleyman Efendi adında Gavsi Hizani'nin sofusudur. Seyda zaman zaman bu sofu ile latife eder; "Süleyman efendi, Gavsın nasıl? Neler yapıyor?" gibisinden laflar ederdi. Süleyman efendi de bu sözlere içerlendiği halde Seydaya olan saygısından, "Aman efendim elini öpeyim bana ne dersen de, mürşidime deme!" diye geçiştirirdi. Yine bir gün Süleyman Efendi Gavsın ziyaretine gider gelir. Seyda bunu duyar ve bir müddet sonra Süleyman Efendiyi görünce yine takılarak "Süleyman Efendi Gavsın nasıldı, neler yapıyor?" diye konuşunca Süleyman Efendi de;
"Ah Seyda keşke sen, bizimle Gavsın köyü arasında bir köprü mahiyetinde olan şu Karasuyu geçsen de Gavsımın neler yaptığını bir görsen!" diye karşılık verir. Bu cevap seydanın beyninde müthiş bir etki yapar ve aklından çıkmaz. Akşam olur uyku yok, nihayet dayanamaz ve yarı gece yatağından kalkarak doğruca Süleyman efendinin evine... Kapıyı çalar:
"Süleyman efendi, Süleyman efendi!" ev sahibi şaşkınlık içinde yataktan kalkar:
"Hayırdır Seyda, gecenin bu saatinde?" Seyda:
"Efendi senin Sözlerin aklımdan çıkmıyor mürşidini mutlaka görmem lazım kalk gidelim."
"Aman Seyda gecenin bu saatinde? Hiç olmazsa yarını beklesen de gündüz gözü ile gitsek?" Seyda:
"imkansız yarını bekleyemeyeceğim" der. Ve nihayet giderler, varış ve Gavs'ın huzuru... Seyda oturur seyre başlar. Gavs'tan çıt yok bu sessizlik tam kırk gün devam eder. Seyda'da bu zaman zarfında en ufak bir sıkıntı yok. Nihayet kırkıncı gün "Molla Abdurrahman hoş geldin! Hayırdır İnşaallah?" diye Gavs sohbete başlar, Seyda da "Kurban Gavs'a geldik" diye karşılık verir ve oluş...
Seydanın asıl seydalığı Gavsın vefatından sonra başlar. Şeriata o kadar bağlanırlar ki, en ufak bir ayrılığa bile tahammülleri olmaz. Sünnet ittibaları dillere destan. Bu dini mubinin Bid'at ve hurafelerle donanmaması için ehli ilme yönelir ve talebe yetiştirirdi. Nihayet öyle öğrenciler yetiştirir ki, bilgi seviyeleri dillerde... 0 günkü durumu üstat Bediüzzaman'dan okuyalım :
"Hem o nahiyemiz olan Hizan kazasına tabi İsparitte birdenbire meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahmani Taği'nin himmeti ile o kadar çok talebe ve hocalar ve alimler çıktılar ki, bütün Kürdistan onlarla iftihar eder, bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazari ilmiyye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarikat için de öyle bir vaziyet hissediyordum ki, güya yeryüzünü fethedecek bu hocalardır..." (Emirdağ Lahikası c.l, sh: 53)
10-)ŞEYH FETHULLAH (VERKANİSİ) K.S
On dokuzuncu yüzyılda Anadolu'da yetişen evliyâdan. İsmi, Fethullah'tır. Verkânisî diye de meşhur olmuştur. Babası Şeyh Mûsâ el-Mardinî'dir. Siirt'in Minar nâhiyesine bağlı Verkanis köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1899 (H.1317) senesinde Bitlis'te vefât etti.Kabri Bitlis vilâyet merkezindeki türbesindedir.
Fethullah-ı Verkânisî, medreseye giderek zamânın usûlüne göre ilim tahsîl etti. İlimde yükseldikten sonra "Seydâ" ve "Üstâd-ı âzâm" isimleriyle meşhur olan, Nakşibendiyye yolu büyüklerinden, büyük velî Abdurrahmân Tâhî (Tâgî) hazretlerinin sohbetlerine devâm etti. Ona talebe olup ilim meclislerinden ve sohbetlerinden istifâde etti. Uzun seneler hizmetinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi.
Kardeşi Şehmuz ise, Fethullah-ı Verkânisî'nin aksine dünyâya yöneldi. O da dünyâ yönünden ilerledi. O kadar zengin oldu ki, birçok şehirlerde onun mağazasını bulmak mümkündü. Fakat zengin olmasına rağmen kıtlık yıllarında açlık ve sefillik içinde öldü. Hattâ kefen alacak para bulamadıkları için yorganının yüzünü söküp ona kefen yaptılar. Bugün için ismi kayboldu. Hiç kimse Şehmuz diye birisinin yaşamış olup olmadığını bilmemektedir.
KardeşiŞehmuz'un vefâsız olan dünyâya bel bağladığından âkıbeti perişan olurken; Fethullah-ı Verkânisî ise rıza-i ilâhiyi aradı ve Allahü teâlâ ona maddî ve mânevî nîmetler ihsân etti. Evliyâlık yolunda ilerleyip Nakşibendiyye yolu ileri gelenleri arasında yer aldı.
İlimde ve tasavvufta yüksek derecelere ulaşması sebebiyle hocası Abdurrahmân Tâhî hazretleri ona talebe yetiştirmek ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet, diploma verdi. Abdurrahmân Tâhî, oğlu Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'yi yetiştirmek üzere ona teslim ettiği gibi ayrıca, kızı Tayyibe Hâtunla da evlendirdi.
Hocasının izni ve emri üzerine insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere köy köy dolaşan Fethullah-ı Verkânisî bir taraftan da talebe yetiştiriyordu. Hattâ kışın karda kızağına binip köylere irşâd için giderken Muhammed Ziyâüddîn-i Nurşînî'ye kendi kızağını çekmesini emretti. Onun hocasının oğluna böyle muâmele etmesine, Abdurrahmân Tâhî'nin diğer talebeleri îtirâz ettiler. "MuhammedZiyâüddîn, şeyhinin oğludur, onun için hâtırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzım olduğu halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken şeyhinin oğlu zahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor." dediler. Onların bu îtirâzlarına Fethullah-ı Verkânisî; "Üstâdım Seydâ (Abdurrahmân Tâhî) oğlunu bana teslim etti ve ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğiniz gibi hareket etmekte serbestsiniz." şeklinde cevap verdi.
Şeyh Fethullah-ı Verkânisî, Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önünden kalkıp arkası sıra gitmesi gerektiğini biliyordu. Fakat hocasının oğlunun kendisine hizmet edip mânevî derece kazanması için böyle yapıyordu.
İlim ve fazîlette yüksek derece sâhibi bir velî olan Fethullah-ı Verkânisî, hocasının oğlundan başka pekçok talebe de yetiştirdi. Bitlis vilâyetine bağlı Mutki ilçesinin Ûhin (Yukarıkoyunlu) köyünde bulunan kendi oğlu Alâüddîn-i Uhinî de en önde gelen talebelerinden ve halîfelerindendir.
Fethullah-ı Verkânisî'nin hocası Abdurrahmân Tâgî, vefât ederken onu yerine halîfe tâyin etti. Abdurrahmân Tâgî vefât edeceği zaman oğlu Muhammed Ziyâüddîn'in üzüntülü ve ağlamakta olduğunu görüp sebebini sordu.Oğlu Muhammed Ziyâüddîn-i Nurşînî; "Efendim! İnsanın babası büyük tüccar olur da onun mîrâsından istifâde edemezse ondan daha acı şey olur mu, diye üzülüp ağlıyorum." diye cevap verdi. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; "Doğru söylüyorsun ama, ben seni başkalarının oğlundan ayırt etmedim. Başkasının oğlu yanımda nasıl idiyse, sen de aynı durumdaydın. Aranızda fark gözetip sana özel muâmele yapmadım. Diğerlerinden ayırmadım. Fakat Şeyh Fethullah seni başkalarından ayıracak." buyurdu.
Şeyh Fethullah-ı Verkânisî hocasının bu işâretini emir kabûl edip, Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'ye özel îtinâ gösterdi. Onu; evliyâlık yolunda yükseltip, bir-iki sene içinde irşâd ile yâni insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp, onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için çalışmakla vazîfelendirdi. Onu huzûruna çağırıp; "Artık sen yetiştin. Buyur babanın makâmına geç ve irşâda başla." diyerek irşâd makâmına oturttu.Hocasının sağlığında ve vefâtından sonra yirmi dört sene insanlara İslâmiyeti anlatan Muhammed Ziyâüddîn-i Nurşînî, Birinci Cihân Savaşı sırasında talebeleriyle ve sevenleriyle birlikte Rus veErmenilerle savaştı. Kardeşi MuhammedSaîd, Muhammed Eşref ve birçok talebeleri şehîd oldular. Kendisi de bir merminin isâbeti sonunda bir kolunu kaybetti. Din, vatan ve milletine yaptığı hizmetleriyle zamânının âlimleri ve devlet adamlarının sevgilerine kavuştu.Tasavvuf yolunda babasına ve hocası Fethullah-ı Verkânisî'ye lâyık bir zât oldu.
Şeyh Fethullah-ı Verkânisî talebelerine ve sevenlerine bir sohbeti sırasında; "Akıllı kimsenin, mümkün olduğu kadar, dünyâdan yüz çevirmesi lâzımdır." buyurdu.
Fethullah-ı Verkânisî hazretleri uzun bir ömür sürdü. Ömrünün sonlarına doğru Bitlis'e gelip yerleşti. Vefât edeceğini haber verdi.
Fethullah-ı Verkânisî'nin talebelerinden biri rüyâsında Îsâ aleyhisselâmı gördü. Rüyâsında Îsâ aleyhisselâm vefât etmişti. Kefenledikten sonra mescidin kapısının yanında defn için hazırlanıyorlardı. İnsanlardan büyük bir kalabalık toplanmıştı. O kalabalıktan bir kimse Îsâ aleyhisselamın cenâzesinde bulunmak üzere Şeyh Fethullah-ı Verkânisî'yi çağırıyordu. Fethullah-ı Verkânisî gelip Îsâ aleyhisselâmın cenâzesinde bulundu. Onu defnettiler. Rüyâyı gören kimse bu rüyâsını Fethullah-ı Verkânisî'ye haber verdi. Fethullah-ı Verkânisî bu asırda bulunan büyük bir velînin vefât edeceği şeklinde bu rüyâyı tâbir etti. Rüyâyı anlatan talebe, Fethullah-ı Verkânisî'nin kendisinin vefât edeceğini haber verdiğini anladı. Bir müddet geçtikten sonra Fethullah-ı Verkânisî vefât etti.
Fethullah-ı Verkânisî kendisi için bir ev yaptırıyordu. O, kendisini işâret ederek; "Filan kimse bu evin içinde oturmaz." buyurdu. Evin inşâatı bitti, fakat Fethullah-ı Verkânisî evde oturmadan vefât etti.
Fethullah-ı Verkânisî vefâtından iki sene kadar önce talebelerinden birine; "Sen niçin hacca gitmedin?" diye sordu. Çünkü o, talebelerinin her türlü hayırlı işlerini teşvik ederdi. Ertesi sene olunca talebesi hac yolculuğu için gerekli hazırlıkları yapıyordu. Fethullah-ı Verkânisî hazretleri, insanlara İslâmiyeti anlatmak üzere çıktığı bir yolculuktan dönünce, yapılan hazırlıkları gördü. Hanımına dedi ki: "Eğer Allahü teâlânın emri olmasa, onu bu seferden men ederdim. Çünkü vakit daraldı, yâni benim vefâtım yaklaştı. Talebelerimden en yakın olanı ve bana en faydalı olanı budur." Aradan fazla geçmeden vefât etti.
Vefâtından bir sene kadar önceydi. Ramazan ayının otuzuncu günü sabah namazından döndükten sonra ocağın karşısına oturdu ve hanımına buyurdu ki: Bu gece ay, evliyânın sultanı Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni'ye gelerek; "Esselâmü aleyküm ey Allahü teâlânın veli kulu. Ben ramazan ayıyım. Sana geldim ve vedâ etmek istiyorum. Çünkü bu son bir araya gelişimizdir." dedi. "Bu sözleri söyledikten bir müddet sonra ertesi sene Ramazan ayına erişmeden vefât etti.
Talebesi Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, vefât etmeden önce Şevval ayı içerisinde Fethullah-ı Verkânisî hazretlerine gelerek bâzı talebelerine hilâfet verip vermeyeceğini sordu. Fethullah-ı Verkânisî ona cevap olarak; "Sonbahara kadar bekleyin. O zaman işler kolay olur. O zaman işler sana kalır ve istediğin gibi hareket edersin." buyurdu. Böylece kendisinin vefât edeceği zamânı ve yerine Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'yi halîfe bırakacağını işâret etti. Dediği zaman da vefât etti.
Vefâtından üç ay kadar önce talebelerinden birine: "Oğlum Alâeddîn'i sana teslim ettim. Ona sonuna kadar ders okutamayacağım." dedi. Sonra oğlu Alâeddîn'e dedi ki: "Sana Vadia Risâlesi'nden ders okutuyordum. Geriye bir ders kaldı. Fakat bundan sonra okutamayacağım. Sana ders verme işini hocana bıraktım." buyurdu. Böylece vefâtını işâret etti ve bu onun son dersi oldu.
Fethullah-ı Verkânisî, son zamanlarında bile Peygamber efendimizin ve Ehl-i beytinin sevgisiyle doluydu. Ölüm hastalığı sırasında Peygamber efendimizin hayâtını ve güzel ahlâkını anlatan Mevâhib-i Ledünniyye kitabını ve şerhini mütâlaa ediyordu. Birinci cildini okudu. Vefâtından yedi gün kadar önceydi. Hanımı Tayyibe Hâtuna; "Lambayı tut. Bu kitabı bitirmeden bırakmaya gönlüm râzı değil." dedi.Birinci cildi okuyup bitirdikten sonra; "Bana diğer cildi veriniz." dedi. Ona ikinci cildi verdiler. Okumaya devâm etti. Sonunda okuyacak tâkatı kalmadı. Ondan da üç sayfa kadar okudu. Hazret-i Ali ile hazret-i Fâtımâ'nın evlenmeleri husûsuna gelince durdu. Kendinden geçip dalgın bir hâle geldi.
Hastalığı sırasında oğlu Alâeddîn'e âlim ve sâlihlerle bulunmasını tavsiye etti.Ayrıca sadaka vermesini emretti. Çünkü sadaka, hastalıklarının şifâsı olacaktı. Ayrıca her sene bir kendisi bir de hocasının rûhu için kurban kesilmesini vasiyet etti.
Vefât edeceği gün oğlu Alâeddîn ve talebeleri yanına geldiler. Ona yönelerek oturup ağladılar. Fethullah-ı Verkânisî onlara baktı ve yüzlerinde üzüntü belirtilerini gördü. Onlara; "Ağlamayınız!Allahü teâlâ benim hastalığıma şifâ verirse, sizin babanızım. Eğer şifâ bulamazsam, babanız yâni size sâhip çıkacak olan Muhammed Ziyâüddîn'dir. Çünkü onun insâfı diğer insanların insafından fazladır." buyurdu. Devâm ederek; "Ölüm sarhoşluğu olan bu son ânımda, gasl ânımda ve defnedilmem esnâsında benimle ilgili hiçbir sünneti terk etmeyiniz." dedi.
Fethullah-ı Verkânisî vefât edeceği günün sabahı ebedî yolculuk için gerekli hazırlıkları yaptı. Rabbinin huzûruna temiz çıkmak için gusül (boy) abdesti aldırıldı. Sağ tarafının üzerine kıbleye karşı yatırılmasını istedi. Bir an evvel Allahü teâlâya kavuşmayı arzuluyordu. Zaman zaman diğer yanı üzerine de çevriliyordu. Bâtın hâliyle Allahü teâlâyı zikrediyordu. Yâni sesli olarak herhangi bir tesbih veya kelime söylemiyordu. Vefâtı yaklaştığı sırada misvakının yıkanarak kendisine verilmesini söyledi. Misvakını yıkayıp getirdiler. Bir defâ dişlerini misvakladı. Fakat kollarını oynatacak tâkatı kalmadığı için talebelerinden birisi misvakı alıp, onun dişlerini misvaklamaya devâm etti. Ayrıca hocasının halîfelerinden Molla Reşîd'e; Yâsîn sûresini okumasını söyledi. Yâsin-i şerîf bitince, Şeyh Fethullah-ı Verkânisî; "Lâ ilâhe illallah." dedi ve yüzünün su ile mesh edilmesini istedi. Fethullah-ı Verkânisî Allahü teâlâya kavuşma vaktine yaklaştıkça yüzü güzelleşiyordu. Nihâyet 1899 (H.1317) senesi Cemâziyelevvel ayının 21. Salı günü Bitlis'te vefât etti. Defin için gerekli hazırlıklar yapıldı. İnsanlar grup grup cenâze namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine evinin yanında defnedildi.
Fethullah-ı Verkânisî'nin Bitlis'te bulunan türbesi sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Onun Nakşibendiyye yolunun edeplerini anlatan bir risâlesi vardır.
GELEN HEDİYE
Fethullah-ı Verkânisî, Sibgatullah Arvâsî'nin talebelerinden birisine; "Ben vefât edinceye kadar başkasına söylememen şartıyla sana bir şey anlatacağım." buyurdu ve devâm ederek; "Bana Sıbgatullah Arvâsî ve hocam Abdurrahmân-ı Tâgî ile üç hûrî geldi.Hûriler gâyet süslü elbiseler giymişler, yüzleri ayın on dördü gibi parlar vaziyetteydi.Sıbgatullah Arvâsî ve hocam Abdurrahmân Tâgî bana; "Biz sana, bizimle gitmen için geldik. Senin Allahü teâlâya kavuşma vaktin yaklaştı." dediler. Ben onlara; hoş geldiniz, dedim. Onlardan hûriler hakkında sordum. Bu hûrilerden biri Sıbgatullah Arvâsî için, birisi hocam Abdurrahmân Tâgî içindir. Diğeri kim içindir, dediğimde; "Allahü teâlâ o hûriyi sana hediye gönderdi." Ben onlara, benim hastalığım pek şiddetlendi. Hûri nerede, ben nerede? Ben kendi derdimle meşgûlüm, deyince, onlar; "Allahü teâlâ böyle emretti." buyurdular.
Sonra, ben Rabbimin verdiklerine râzıyım, dedim. Bu konuşmalar sırasında bu üçüncü hûrinin hocamın kızı olan hanımım olabileceği aklıma geldi. Dikkatle bakınca onun olmadığını anladım. Bu hûri, Allahü teâlânın hazînelerinden bir ihsânıdır, diye düşünüp, Allahü teâlâya şükrettim
11-)ŞEYH MUHAMMED DİYAÜDDİN K.S
Asıl adı Muhammed Diyauddin.Seydayi Taği'nin oğludur.
Hazreti Sani lakapları olur (Hazreti evvel de Mevlana Halid'dir) Bu lakabı kendilerine mürşitleri şeyh Fethullah verir. Hicri 1275 yılının ocak ayında bir pazartesi günü öğleden sonra dünyaya gelirler. Doğum yerleri İsparit bucağına bağlı Usp köyüdür.
İlme önce, babalarının yanında başlarlar. Sonra da şeyh Ahmedi Taşkese'nin yanında devam ederler. Nihayet amellerini de babalarının yanında devam ettikleri halde hem ilimde hem amelde son mürşitleri olan şeyh Fethullah'ın yanında icazet alırlar.
İlk mürşitleri Seydayi Taği. Fakat Seyda yolun yarısında dar-ı Bekaya göç ederler. Son anlarda yatakta uzanmış bulunan babalarının başında hazret hüngür hüngür ağlıyor, Seyda sorar:
"Oğlum neden ağlıyorsun?"
Cevap: "Niye ağlamayayım ki, büyük bir tüccar vefat ederken oğluna hiç miras bırakmazsa, oğlu ağlamasın da kim ağlasın?" Seyda: "Merak etme evladım. Seni şeyh Fethullah'a ısmarladık. Onun yanında kendini tamamlarsın." der ve orada bulunan şeyh Fethullah'ı çağırarak oğlunu bizzat ona teslim ederler. Hazret'de tarifsiz bir sevinç...
Hazret yedi yıl kadar şeyh Fethullah'ın yanında amel eder. Sonunda da daha mürşitleri sağlıklarında kendisine irşat izni verilir ve gelsin ilk on yıl... Mürşitlerinin vefatlarından sonra da tam yirmi dört yıl dini tedrisat ve irşatla meşgul olmuş...
şeriata tavizsiz bağlılığı dillere destan ve yaşadığı devrede çıkan 1. dünya savaşı... Bu savaşa katılışı bile ilginçtir. şöyle ki; Ruslar doğu sınırından yavaş yavaş yurda sokulurlar herkes cihat hazırlığında... Hazrete de hazırlanması için haber gelir. 0 devrelerde askerlik yapmayanlar için belirli bir miktar para ödendiğinden Hazret hemen evinin ve medresesinin ekonomik işlerini kendisine verdiği, yeğeni olan şeyh Ma'sum'u (Bu zat Şeyh Ma'şuk Efendi'nin babasıdır.) çağırır ve sorar: "Burada kaç öğrencimiz var?" ".......... kadar." "Her birinin ücretini hazırla ve gönder. Şimdilik cihada gidilmeyecek!" Bir anda para hazırlanır ve gönderilir. Ardından soğuk ve kıtlık baş gösterince, Hazret, tüm öğrencileri memleketlerine gönderir. Bir müddet sonra da Ruslar daha fazla yaklaşırlar. Artık Bitlis bile kaygı altında bu esnada Hazret, Şeyh Ma'sum'u tekrar çağırır ve der: "Tüm öğrencilere haber sal hepsi toplanıp gelsin. Cihada çıkacağız." Şeyh Ma'sum: "Ama efendim onların paralarını göndermiştik.
Onlar mecbur değil." İşte burada Hazret Kur'an'a olan harikulade bağlılığını gösteren cevabını verir: "Evladım, ilk emri Kur'an'ın cihat ayetlerine ittiba olsun diye vermiştim. Bilmez misin ki tüm cihat ayetleri önce mal ile sonra canla cihadı emreder. Şimdi sıra canımıza geldi." der. Ve bir anda bütün öğrenciler toplanırlar. Artık Hayye Alel Cihad...
0 sıralarda tüm büyükler yetiştirdikleri ile birlikte cephede... Bir yerde Üstad Bediüzzaman, bir yerde Hazret ve Şeyh Said (Palulu) aynı cephede emperyalizmin bir başı olan Rus ayısı ile göğüs göğüse... Bu cihatta bir olayı Şeyh Said savaştan çok sonra Varto'ya gelince anlatır. Şeyh Said Vartoya gelince orada Hazretin vefat haberini alır. Çok üzülür ve şöyle der: "İşte hakiki Şeyhlerden biri bu idi vefat etti, biz onunla aynı cephede Ruslara karşı cihat ederken yemin ederim ki her namaz vakti geldiğinde Haydi arkadaşlar namazımızı cemaatle kılalım ve her ikindiden sonra yine haydi arkadaşlar cemaatle hatmemizi yapalım der ve hep beraber hem namazımızı kılar hem de hatmemizi yapardık. Hazrete: "Efendim cihattayız. Namaz cemaatle olmasa, hatta hatme bile olmasa olur." denilince kendisi;
"Hayır Cihat ayrıdır, bu vazife ayrıdır. Biz hem cihat ederiz, hem vazifemizi yaparız." derdi.
0 sıralarda bir yerde arkadaşları ile beraber bir top mermisi bulurlar. Onunla uğraşırken mermi patlar ve hazretin bir kolu kopar. Ondan sonra artık tek kolla hayatının sonuna kadar İrşat ve tedrisata devam ederler...
Bu savaşta Hazretin kardeşlerinden Muhammed Said şehit olmuştur. Bu olayda da Hazret'in takındığı tavır çok ilginç olduğundan yazmayı uygun gördük. Hazretin yeğeni Şeyh Ma'sum anlatıyor: "Savaşın şiddetli günlerinden birinde bir akşam vakti bulunduğum cepheye amcam Said ve bir takım süvariler geldiler. Nereye gideceksiniz? diye sorduğumda amcam: "Müslümanların filan köyüne düşmanın baskın haberini aldık. Oraya varıp. halkı dışarıya çıkaracak ve orayı müdafaa edeceğiz demişti. Bense amcamın düşmandan asla kaçmayacağım bildiğimden ona: "Amca, sen burada kal, orayı müdafaaya ben gideyim." dedimse de dinlemedi. 0 soğuk gecede gittiler, yatsı vakti düşman köyü basmış, savaş göğüs göğüse... Nihayet amcam düşmanın kurşun yağmuru altında şehit olur. Arkadaşları cesedini oradan kaçırırlar. Sabah erkenden Şehadet haberini aldım.
Ben ve birkaç arkadaş hızla oraya giderken bir yandan da amcam Hazret'e haber yolladım. Artık güneş iyice yükselmişti. Amcam ve birkaç adamı uzaktan göründü. Onları karşıladım. Amcam; "Ma'sum, Muhammed Said şehit mi oldu? Evet dedim, "Önden mi arkadan mı vuruldu?" önden, cevabını verince sevindiler ve cesedin üzerine giderek baktılar ki, tüm kurşunlar önden, o anda Allah'a (CC) hamdolsun demek ki, kardeşim düşmandan kaçmayıp hakiki şehittir ve seydazadeler bir şehit verdikleri için Allah'a (CC) şükürler olsun." diyerek bizi teselli ettiler.
Norşin'de o kadar mükemmel bir islami hayat tesis ettirmişlerdi ki, herkes onlara hayran... Üstad Bediüzzaman Risalei Nur' da İslam medeniyeti ile Batı medeniyetini ve medeni Mü'min ile medeni Kafir'in Suret ve siret, Zahir ve batın farklarını adeta körlere bile gösterecek bir şekilde gayet mükemmel olarak anlatarak, İslam medeni anlayışına örnek, Norşin'i gösterir. Ve der ki, "Eğer istersen hayalinle Norşin Karyesindeki (köyündeki) Seydanın meclisine git, bak. Orada fukara kıyafetinde melekler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir sohbeti kudsiyyede göreceksin. Sonra Parise git. Göreceksin ki akrepler insan suretinde ifritler adem suretim almış."
(Arapça mesnevii Nuriye, Hubab risalesi. Türkçe Mesnevii Nuriyeden bu ifade çıkarılmıştır.)
Hazret yedi yıl kadar Garzan'da kalır, bu zaman sonunda oradan çıkmak ister. Bütün Garzan ayakta... "Bizi bırakıp nereye gideceksiniz?" Hazret: "Herhalde vefatımız yaklaştı. İsterim ki, babamın yanında vefat edeyim ve orada gömüleyim." der ve giderler. Çok kısa bir müddet sonra da bir cuma günü sabah namazından sonra altmış yedi yıllık dünya hayatına veda ederler. Tarih hicri 1342'yi gösterir...
Hazret bir defa. evlenmiş ve bu evlilikten
1- Fethullah (bu oğlu babasından bir hafta evvel vefat etmiş.), 2- Cemaleddin (Bu oğlu da babasından çok kısa bir süre sonra vefat etmiş), 3- Takiyuddun, 4-Nasiruddin, ve Ayşe isminde dört oğlu bir kızı olmuştur.
Hazret ardından 15 tane halife bırakır, bunlar:
Molla Muhammed Emin (Melle mezin)
Hacı Abdulkerim (Hizanlı)
Bizim silsilemizin köşe başlarından Şeyh Ahmedi Haznevi
Şeyh Mahmudi Karaköyi
Şeyh Muhammed Selim (Hezanlı)
Şeyh Mahmudi Zokaydi
Şeyh Alauddini Verkanisi (Şeyh Fethullah'ın oğludur)
Şeyh Şahabuddini Tih (Muş'un nahiyesi)
(Şeyh Şahabuddinin oğlu) Molla Ubeydullah
Molla Halili Koğaki (Bulanığın Köyü)
Molla Yusufi Hort
Şeyh Abdurrahmani Çoğreşi
Şeyh İbrahimi Abiri (Bulanığın Köyü)
Molla Abbas (Bulanıklı)
Molla Halidi Poğaşi (Reşadiye Köyü)
Hazret çok halim, orta boylu gür sakallı idi
12-)ŞEYH AHMED-EL HAZNEVİ (ŞAHI HAZNE) K.S
Son devirde Suriye'de yetişen evliyâdan. İsmi Ahmed'dir. Babası Hoca Murâd Efendi olup, Mardin ilinin İdil (Hazah) ilçesine bağlı Banihe köyündendir. Suriye'nin Kamışlı kazâsına bağlı Hızna veya Hazne köyünde doğduğu için Haznevî nisbesiyle anıldı. Doğum târihi bilinmemektedir. 1949 (H.1369) senesi Suriye'de Kamışlı kazâsına bağlı Telma'rûf köyünde vefât etti. Kabri oradadır.
Babasının İmâm-Hatiplik yaptığı Hazne köyünde dünyâya gelen Ahmed-i Haznevî, tahsil çağına gelince, zamânının âlimlerinden ilim öğrendi. Diyarbakır'ın Silvan kazâsına gidip, o civarda meşhûr olan Müderris molla Hüseyin Küçük Efendiden zamânın usûlüne göre okuyup tahsîlini tamamladı ve icâzet, diploma aldı.
Tasavvufa karşı alâka duydu. Nurşinli Şeyh Abdurrahmân Tâgî'nin halîfesi Hizanlı Şeyh Abdülkâdir Efendinin sohbetlerinde bulundu. Birinci Cihân Harbinden önce hocası Şeyh Abdülkâdir Efendinin vefâtından sonra Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu yüksek ilim ve irfan sâhibi büyük velî Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin sohbetlerine devâm edip talebe oldu.
Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerine talebe olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:
Nurşin'e gittikten on beş-yirmi gün sonraydı. Hazretin (Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî) evindeydim. Mâlûm yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Muş taraflarından, o bölgenin ileri gelenlerinden birisi Hazret'i ziyârete gelmişti. Hazret'i ve talebelerini yemeğe dâvet etti. Hazret de dâveti kabûl edip, icâbet edeceğini bildirdi. Nasıl olsa ben de ziyâfete gideceğim, güzel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim. Bu durumdan nefsim çok zevklendi. Hemen çarıklarım ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet Hazret yolculuk hazırlığını yaptı. Ben de diğer talebelerle birlikte hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp; "Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle berâber gelsin. Yalnız Molla Ahmed kalsın.
O gelmeyecek" buyurdu. Ben gitmeyip kaldım. O zaman hocamın niçin öyle dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki: "Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim diye iştahlandın. Güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Ey nefsim! Senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara bırakman lâzımdır. Bunu yaparsan Allahü teâlânın ve sevdiklerinin rızasına kavuşursun."
Bir gün Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri Almed Haznevî'ye sordu: "Molla Ahmed! Sen yemeklerini nerede yiyorsun?" Ahmed Haznevî; "Sofilerle berâber yiyorum efendim." dedi. "Peki nerede yatıyorsun?" diye sorunca da; "Aşağı divanda yatıyorum." cevâbını verdi. Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri Ahmed Haznevî'nin bu cevaplarından çok hoşlandı, sevindi ve buyurdu ki: "Çok iyi yapıyorsun. Aşağı divan çok hoştur. Seydâ-i Tâgî (Abdurrahmân Tâgî) orada sohbet ettiği ve talebelerine mânevî feyzleri ihsân ettiği için oranın bereketi fazladır. Yukarı divan ağaların yeri, aşağı divan ise Seyda'nın divanıdır. Oranın kıymetini bil."
Bir gün Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ata binmiş gidiyordu. Ahmed Haznevî'yi görünce atının yularını çekerek durdu
Onu yanına çağırdı ve; "Molla Ahmed! İnsanın şu kadar, zerre mikdarı kadar nefsi olsa, o, Allahü teâlâdan uzaktır. Zîrâ, insanın evini yıkan en büyük düşmanı kendi nefsidir. Onun için insanın kendinden haberi olmalı. Nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır." buyurarak atını sürdü, yoluna devâm etti.
On beş sene müddetle bâzan yaya bâzan binekli Nurşin'e gidip gelerek Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin sohbetlerinde bulunan Ahmed Haznevî, bu ilim, irfân ve feyz kaynağından çok istifâde etti. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuştu. Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretleri ona ilim öğretmek ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda icâzet ve hilâfet verdi. Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin sohbetlerine devâm ederken kendisine zâhirî ilimleri öğreten Silvanlı Molla Hüseyin Efendiyle de irtibâtını kesmedi. Molla Hüseyin Efendiye şu ifâdelerin bulunduğu bir mektup yazarak duâsını istedi:
"...Bu mektup mübârek dergâhın râkımı, köpeği olan Ahmed'den ilmiyle iftihâr ve îtimâd edilen meşhûr büyük hocamadır. Allah bizim ve bütün müslümanların menfaatleri için ömrünü uzatıp, onu sevdiği ve râzı olduğu şeylerle muvaffak kılsın.
Ahmed yüce kişilerce öpülen ayakkabınızın tozunu öpmekle teberrük eder. Değerli vakitlerde inci gibi temiz kalbinizden çıkan duânızı diler, gece-gündüz himmetinizi bekler. Yıldızlara benzeyen çocuklarınızın gözlerinden öper. Allah onları, din ve halk için faydalı şeylere muvaffak eyleyip güzel insan olarak yetiştirsin. Kendisine duâ etmelerini ricâ eder, durumlarınızı sorar, Allah şimdilik ve gelecek zamanda durumunuzu âfet ve musîbetlerden uzaklaştırsın..."
Hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin vefâtından sonra doğum yeri olan Hazne köyünde ve Telma'rûf köyünde ilim okutup talebe yetiştirdi. İnsanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan saâdet ve kurtuluş yoluna sevk etmeye çalıştı. Yakından uzaktan gelerek sohbetleriyle şereflenen insanlar ondan istifâde ettiler. Birçok din âlimi, tasavvuf erbâbı yetiştirdi. Onun yetiştirdiği zâtların en başında, kabri Adıyaman ilinin Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde bulunan Abdülhakîm Hüseynî gelmektedir.
Ahmed Haznevî hazretleri bereketli sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çırpındığı ve şöhreti etrafa yayıldığı sırada birçok kimseler hocalarını bırakıp Ahmed Haznevî'nin etrafına toplanmaya başladılar. O sıralarda Suriye'de kendinin şeyh olduğunu iddiâ eden pekçok kimse arasında bir de "Yeşil Şeyh" diye anılan biri vardı. Elbisesi, cübbesi, sarığı, entarisi, hülâsa baştan aşağı bütün giydikleri yeşil renkten olduğu için herkes ona "Yeşil Şeyh" derdi. İşte bu Yeşil Şeyh'in de talebeleri kendisini terk edip Ahmed Haznevî'nin kapısına gittiler. Onun yanında hiç kimse kalmadı. O da kalkıp o civarda ne kadar ağalar ve ileri gelenler varsa hepsini topladı. Ahmet Haznevî'ye de haber gönderip toplantıya çağırdı. Topladığı kişilere güvenip bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Ahmed Haznevî dâveti kabûl edip gitmeye karar verdi. Talebeleri ona; "Müsâde ederseniz biz de otuz-kırk kişi sizinle birlikte gelelim." dediklerinde;"Ne diye geleceksiniz? Biz aşîret dâvâsına mı gidiyoruz?" buyurdu ve onların isteklerini kabûl etmedi. Devâm ederek; "Mâdem dâvet etmiş, icâbet edelim, ne sözü varsa söylesin, yalnız iki kişi bana refâkat etse kâfidir." buyurdu. Yanına iki talebesini alarak yola çıktı. Yeşil Şeyh'in köyüne vardı, kapısını çaldı. Kapı açıldığında o civarın ağaları ve halkın ileri gelenlerinden kırk-elli kadar kişinin orada olduğunu gördü. İçeri girerek selâm verdi. Yeşil Şeyh hiç iltifât etmedi. Fakat Ahmed Haznevî hazretleri Yeşil Şeyh'in bu davranışına aldırış etmeden yanına gidip müsâfeha yaptıktan sonra oturdu. Ahmed Haznevî oturur oturmaz, Yeşil Şeyh konuşmaya başladı; "Yetmez mi bize yaptığın, hakâret ve zulüm, bütün talebelerimizi elimizden aldın. Etrâfımızda hiç talebe bırakmadın. Nedir bu senin yaptığın? Ne kadar benim babamdan, dedemden kalan talebem varsa, hepsini etrafına topladın. Olur mu böyle şey?" diyerek uzun uzun konuştu.
Yeşil Şeyh'in hakaret dolu bu sözlerini sabır ve tahammülle dinleyen Ahmed Haznevî, susarak dinlemeye devâm etti. Ahmed Haznevî'nin bu derece sabırla susmasına dayanamayan Yeşil Şeyh; "Sen niye konuşmuyorsun?" deyince, Ahmed Haznevî; "Benimki sâdece iki kelimedir, dinle! Eğer işim ve niyetim Allah içinse, vallahi değil sen, senin gibi yüz kişi daha olsa bunu bozamaz. Yok eğer işim Allah için değilse, sabret altı aya kalmaz, darmadığın olur giderim." buyurdu. Yeşil Şeyh; "Çok doğru söyledin. Hakîkaten öyle, eğer Allah içinse yüz tâne benim gibisi gelse sana hiç bir zarar gelmez. Çünkü Allah için çalışana kimse dokunamaz. Yok eğer Allah için değilse, talebelerimiz hâliyle geri gelirler." diyerek hakkı teslim etti ve Ahmed Haznevî hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti.
İşte Ahmed Haznevî böyleydi. O kadar sabırlı ve yumuşak huyluydu ki, muhâtabı o kadar konuştuğu ve hakâretlerle dolu sözler söylediği hâlde cevap vermedi. Rahatsız da olmadı. O kendisine eziyet edenlere bile yardımcı olurdu.İlim, irfân ve güzel ahlâk sâhibi olan Ahmed Haznevî, sohbetleriyle insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. Sohbetlerinden birinde buyurdu ki:
"Zaman fırsatı, bir ganîmettir. Kişi sıhhatini ve boş vaktini kendine ganîmet bilmelidir. Öyle ise ömrünü faydasız şeylere harcaması lâyık değildir. Ömrün hepsinin Allahü teâlânın rızâsının olduğu şeylere sarf edilmesi daha lâyıktır. Beş vakit namazı cemâatle kılmalı; teheccüd, gece namazını terk etmemeli, seher vakitlerinde istiğfâra, tövbeye devâm etmelidir. Tavşan uykusu gibi uyuyarak, ibâdetlerden geri kalmamalı, dünyâ nîmetlerinin lezzetine aldanmamalıdır. Ölüm ve âhiret hallerini anıp göz önünde bulundurmalıdır. Hattâ vakitlerin devamlı olarak Allahü teâlânın ismini anarak geçirilmesi vâciptir. Parlak olan İslâm dînine uygun olan her şey alış-veriş de olsa, kişinin yaptığı ameller zikir sayılır. Öyle ise yapılan bütün işlerin zikir olması için bütün davranışlarda İslâmiyetin hükümlerine uyulması gerekir. Çünkü zikir gafleti kovmaktan ibârettir. Bütün fiillerde Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına riâyet edildiğinde gafletin etkisinden kurtuluş mümkün olup, Allahü teâlâya devamlı zikrin sevâbı hâsıl olur.
Hülâsâ; Allahü teâlânın yoluna tâlib olan kimsenin dünyâdan yüz çevirip, kalbi ile âhiret işine yönelmesi, zarûret mikdârı dünyâ işleriyle uğraşması diğer bütün vakitlerini âhiret işlerine safretmesi gerekir.
Dünyâ ve içindekilere gönül bağlamamak ve Peygamber efendimize tâbi olmak husûsunda ise; "İyi bilmelidir ki, dünyâsını âhiretine vesîle eden kimseden başkasına esenlik yoktur. Çünkü dünyâ meşakkat ve aldanma evidir. Zîrâ hadîs-i şerîfte; "Dünyâ lânetlenmiştir (kıymetsizdir) ve dünyânın içindeki şeyler de lânetlenmiştir. Ancak Allah'ın zikri ve Allah'ın sevdiği şeyler bu lânetlenmenin dışındadır." buyrulmuştur. İşte bundan dolayı akıllı kimse Allahü teâlânın dostu ve sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmın şerîatine, Nakşibendiyye büyüklerine, fakirlik, zenginlik, rahatlık ve sıkıntılı zamanlarında dahi tâbi olmalı, uymalıdır. Çünkü onların boyalarıyla boyanmak en üstün maksat ve arzu edilen şeydir. Boyanmayana pişmanlık vardır. Beyt:
Ömrünü beyhûde yere geçiren kimse
Allah'ın muhabbetinden bir nasibi olmadığı için ağlasın."
Şeyh Ahmed-i Haznevî hazretleri insanları dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturan Nakşibendiyye yolunun fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Hâce Behâeddîn Nakşibendî hazretleri; "Hakîkaten yolumuz, Allah'a giden yolların en yakını ve en kısasıdır. Allahü teâlâdan kat'î olarak kulu kendisine ulaştırıcı bir yol diledim. Dileğimi yerine getirip duâmı kabûl etti." buyurdu. Bu tarîkate ilk girişte bir tad ve zevk olup, sonunda aşk harâreti ve sekr, kendinden geçme hâli vardır. İşte bunun içindir ki, ârif kimse kendini hiçe sayıp frenk kâfirlerinin bile kendinden daha iyi olduklarını düşünür."
Bir sohbeti esnasında da ramazân-ı şerîf ayının fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki:
"Ramazân-ı şerîf ayında Peygamber efendimizin âdet-i şerîfi, esirleri serbest bırakmak, istedikleri şeyleri onlara vermekti. Bu ayda akşam olunca orucu acele açmak, sahuru tehir etmek, terâvih namazı kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuyup hatim etmek sünnet-i müekkede olup birçok iyi neticeler verir.
Bu ayda sâlih ve iyi ameller yapmayı başaran bir kimse o senenin sonuna kadar da iyi işleri başarmış olur. Bu ayı günâh işlemekle geçse ki (bundan Allahü teâlâya sığınıyorum) o yılı sonuna kadar günah işlemekle geçirecektir. Öyle ise müslümanın, mümkün olduğu kadar bu ayda aklını Allah yoluna verip çalışması, bu ayı kendine ganîmet bilmesi gerekir. Bu ayın her gecesinde, Cehennem ateşine müstehak binlerce kimse âzâd edilip serbest bırakılır. Cehennem kapıları kapatılıp, şeytanlar bağlanır, rahmet kapıları açılır."
Şeyh Ahmed-i Haznevî hazretleri uzaktan yakından sohbetlerine gelen kimselere İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak kurtuluşlarına vesîle olduğu gibi sevenlerine ve talebelerine de mektuplar yazarak onlara yol gösterdi. Deyrezorlu Molla Ahmed, Muhammed ve Hacı Hayreddîn'e yazdığı mektupta buyurdu ki:
"...Arka arkaya gelen kıymetli mektuplarınız bize ulaştı. İçindekilerini anlayınca çok sevindik. Çünkü onlar, sizin bu yüce Nakşibendiyye yoluna olan şiddetli muhabbetinizin, samîmi azim ve arzûnuzun çokluğunun habercisidirler. Bu muhabbet ve arzu çok büyük nîmetlerdir. Nasıl büyük olmasınlar ki, bu yolun büyükleri, müridin, talebenin Allahü teâlânın mânevî feyz istemesini kendisine verilen manevî nîmetlerin yarısı, arzusunu da Allah'a kavuşmanın yarısı saymışlardır. Zîrâ istek ve talep ile Allahü teâlâya kavuşmak Azîz ve Yüce olan Allah'tandır. Kerem sâhibi olan Allahü teâlâ kulun kalbine isteme ve arzuyu attığında, bu o kula mânevî bir mertebe vermesine ve kendine kavuşmasını irâde ettiğine delâlet eder.
İşte kardeşlerim! Bu beyandan anlaşıldı ki, sizde hâsıl olan talep sizin için büyük bir nîmet olup şükretmeniz gerekiyor. Tâ ki içinizdeki talep kuvvetten fiiliyete çıksın. "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım..." (İbrâhim sûresi: 7) meâlindeki âyet-i kerîmesi de buna kesin bir delildir. Bununla berâber şunu da ilâve edelim ki, bu zamanda İslâmiyet garîb oldu. Bu zamanda az bir dindarlık, diğer zamanlardakinden çok hayırlıdır.
Yine size şu tavsiye olunur ki: Bu parlak şerîate (İslâmiyete) ve mübârek sünnete tâbi olmanız lâzımdır. Zîrâ tarîkat şerîatın çekirdeğidir. Hattâ bu tarîkatın imâmı yâni Şâh-ı Nakşibend Buhârî hazretleri buyurdular ki: "Şerîata aykırı olan herhangi bir tarîkat zındıklıktır." Bu yolun büyükleri buyurdular ki: "Bu tarîkat üç esas üzeredir: Muhabbet, ihlâs ve kendine dînini öğreten mânevî hocasına, mürşidine tâbi olmaktır." Bu yolun büyükleri bunları şöyle açıklamışlardır: "Muhabbetin en aşağı derecesi, Allahü teâlâyı seven kişinin, kendini nefsânî arzu ve dileklerinden tamamiyle sıyırıp, sevgilisi olan Allahü teâlânın irâde buyurduğu şeylere teslim olmasıdır. İhlâsın en aşağı derecesi de; mürîd yâni talebenin, dünyâ yüksek evliyâlarla dolu olsa bile, yine hidâyetin ancak mürşidinin kapısının eşiğinde olduğunu kesinlikle bilmesi ve buna kalben karar vermesidir. Teslimiyetin en aşağı derecesi de; müridin kendini mürşidinin huzûrunda, ölünün yıkayıcının elinde istediği gibi çevrildiği şekilde olduğunu bilmesidir."
Kısaca; talebe kendi nefsinin irâde ve arzusundan sıyrılıp, hocasının irâdesine bağlanmalıdır. Öyle ise şerîat ve tarîkattaki bid'atlardan sakın. Sakın. Sakın. Çünkü sermâyemiz bu yolun büyüklerine uymaktan başka bir şey değildir...
Size, evlâdınıza, ev halkınıza, yanınızda bulunan dostların cümlesine selâm ederiz. Çocuklarımız, tâbilerimiz hepsi size selâm edip duânızı diler. Size duâ ederler. Selâm sizin ve Mustafâ'nın sallallahü aleyhi ve sellem şerîatına tâbi olanların üzerine olsun..."
İlim meclislerinde ve sohbetlerinde pek çok âlim ve evliyâ yetiştiren Ahmed Haznevî'nin birçok kerâmetleri de görülmüştür.
Ahmed Haznevî'nin talebelerine ve sevdiklerine yazdığı nasihat veren mektupları oğlu Şeyh İzzeddîn tarafından toplanmıştır. Nusaybin Müftüsü Hasip Seven tarafından tercüme edilerek hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin mektuplarıyla birlikte Mektûbât adıyla 1982 senesinde İstanbul'da bastırılmıştır.
13-)SEYYİD ABDULHAKİM-EL HÜSEYNİ (GAVSI AZAM) K.S
Son devirde Sûriye'de yetişen evliyâdan Şeyh Ahmed Haznevî'nin halîfelerinden.
İsmi, Abdülhakîm'dir. Seyyiddir. Hazret-i Hüseyin'in soyundan geldiği için Hüseynî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Gavs-ı Bilvânîsi lakabıyla da bilinir. 1902 (H.1320) senesinde Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H.1392) senesinde Ankara'da vefât etti. Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde defn edildi.
Doğumundan kısa bir müddet sonra babasının imâmlık yapmak ve medresede talebe okutmak için dâvet edildiği komşu Siyânis köyüne taşındılar. Babası vazîfesinin altıncı ayında vefât edince onu dedesi yanına aldı. Dedesi onu okutmak için âlim ve tasavvuf ehli Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu sırada sekiz yaşında bulunan Abdülhakîm Hüseynî 14 yaşına kadar bu zâttan ilim öğrendi ve feyz aldı. Hocası Nurşîn'e taşınınca tahsiline başka medreselerde devâm etti. Aynı zamanda hocası ile mânevî bağını devâm ettirdi. Daha ilmini tamamlayıp icâzet almadan medrese ve tekkeler kapatılınca Siyânis'e döndü. Komşu Tarunî köyüne imâmlık yapıp, talebe okutmak üzere dâvet edildi. Burada pekçok talebe yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî vefât etti.
Abdülhakîm Efendi hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvufta ilerlemek için Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'nin talebelerinden Şeyh Selim'e talebe olmak istedi. Ancak rüyâsında hocası ona çok sevdiği halîfesi Şeyh Ahmed Haznevî'ye bağlanmasını bildirdi. Rüyâsında Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Şeyh Ahmed Haznevî'ye hitâben; "Şeyh Ahmed! Bu Seyyid Abdülhakîm'in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen ona gözün gibi bakacaksın!" diye emânet etti. Bu işâret üzerine Abdülhakîm Hüseynî, Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'nin talebelerinden Suriye'nin Hazne köyünde bulunan Şeyh Ahmed Haznevî'ye giderek talebe oldu. Hazne'ye Ahmed Haznevî'nin talebelerinden Seyyid Ahmed'le birlikte gitti. Şeyh Ahmed Haznevî misâfirlere iltifatta bulunup talebeliğine ve sohbetine kabûl etti.
Şeyh Ahmed Haznevî daha ilk günden îtibâren "Molla Abdülhakîm" diye hitâb ederek, onun ilim ve irfânını takdir ettiğini gösterdi.
Abdülhakîm Hüseynî, Ahmed Haznevî'nin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra tekrar memleketine döndü. Fakat 14 sene müddetle gidip gelerek ilmini ve tasavvuftaki derecesini arttırdı. Hocasından 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36 yaşındayken de insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmak için icâzet aldı. Memleketine dönerek köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfânını talebe yetiştirmeye ve müslümanların Allahü teâlânın rızâsını kazanmalarına vesîle olmaya hasretti. İlk üç senede fazla netîce alamadı. Ancak hocası Ahmed Haznevî'nin vefâtından sonra onun sohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifâde etmeye çalıştılar.
Ona olan bu büyük rağbet civar kasabalardaki bâzı şeyhlerin gıptasına, bâzılarının da kıskanmalarına sebeb oldu. Çünkü onlara bağlı olan bâzı kimseler de gelip Abdülhakîm Efendinin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden biri ona gönderdiği mektupta; "İnsan düşünür ve kabûl eder ki yanyana koyun otlatan iki çobandan birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iâde etmek lâzımdır. O hâlde sen de bizim sürüden ayrılanları iâde etmelisin." diyordu. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm Hüseynî tebessüm ederek; "Biz cedd-i pâkimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti gâye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok tarafdâr toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim mîrâs bırakmıştır. Bu ilme kim sâhipse vâris odur. Biz inşâallah mîrâs gerçek vârislerinin eline geçer diye duâ ediyoruz." buyurdu. Hep aynı yerde kalmayıp, ikâmetgâhını devamlı değiştirdi. Tarunî ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nâhiyesine, oradan da Siirt'in Kozluk kazasına bağlı Gadiri köyüne yerleşti.
Abdülhakîm Hüseynî gittiği yerlerde hem talebe okutup ilim öğretti hem de sohbetleriyle insanlara dünyâda ve âhirette mutlu olmanın yollarını gösterdi. Talebelerinden birisinin; "Canım Gavs'a kurbân olsun! Bize öyle bir nasîhatte bulununuz ki dünyâ ve âhirette bizim kurtuluşumuza vesîle olsun." dedi. Abdülhakîm Hüseynî Efendi; "Kurtuluş için hürriyet ve iffete dikkat edin." buyurdu. Talebesi; "Efendim hürriyet ve iffet nedir?" deyince; "Hürriyet Allahü teâlâdan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Umum işlerde sebeplere değil, sebepleri yaratana dayanmak kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffet ise, kendi nefsi ve başkasının hesâbına değil, söz, hareket, amel, niyet ve özde yalnız Allah hesabına göre olmaktır." buyurdu. Talebesi; "İhlâsdan çok bahs edilir. İhlâs nedir?" diye sorunca da; "İhlâs; illet ve gâye olmaksızın yalnız Allah için günâhı terk ve emirleri yapmaktır. Yâni vargücünü Allahü teâlânın emrine sarf etmektir. Bu hâlde sebat etmenin zâhirine takvâ, özüne ihlâs ismi verilmiştir. Meselâ kimin düşüncesi mîdesi olursa, kıymeti ondan çıkan kadardır. Binâenaleyh himmetini şöhrete, şehvete harcayanın hâli mâlûm olur." dedi.
Bir müddet Siirt'in Kozluk kazâsına bağlı Gadiri köyünde kaldıktan sonra Şehri'ye gelen Abdülhakîm Hüseynî insanlara tatlı sohbetlerde ve nasîhatta bulundu. Dinleyenlerden birinin; "Açık ve gizli darbelere nasıl dikkat ederiz, onlardan nasıl kurtuluruz?" sorusuna şöyle cevap verdi:
Darbelerden kurtulmak için açık ve gizli edeplere uymak, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, hasbel beşer, insanlık îcâbı bir günâh işlenirse, tövbeyi geciktirmemek, Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diğer İslâm âlimlerinin eserlerini okumak, öğrendiğimiz İslâmî bilgileri bilfiil tatbik etmekle ve İslâmiyeti bilenlerin sohbet ve nasîhatlerini dinlemekle kurtuluruz. Bunlar zâhirî edeptir. Bâtınî, gizli edepleri gözetmek ise bu zamanda çok zordur. Kalbi mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başkasını düşünmekten temizlemekle mümkün olur. Nitekim Hâfız-ı Şîrâzî hazretleri; "Seni dostundan geri bırakan ne ise kalpten onu terk et." buyurdu.
Bir sohbeti esnâsında da dinleyenlerden birisi; "Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, hadîs-i şerîfleri, fıkıh ilmini biliyor, Selef-i sâlihînin, ilk devir İslâm âlimlerinin kitaplarını okursa, mânevî bir yol göstericiye ne gerek vardır?" diye sordu. Cevâbında buyurdu ki:
"Dediğin doğrudur fakat bir eczâcı türlü türlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hattâ çoğu zaman doktorlara da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakat eczâcı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten âcizdir. Doktorun reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt olursa, eczâcı o ilacı parasız olarak verdikten sonra hasta o ilaçla ölürse, eczâcı cezâlandırılır. Elbette böyle satış yapan cezâyı hak eder. Bununla berâber hastalıkları tedâvî ve teşhis eden doktor da kendi filmini çekmekten âcizdir. Belki filmini çekebilir ama iki omuzu arasında bir çıban varsa onu tedâvî etmekten âcizdir.
Âlimleri de buna kıyas ediniz. Halbuki insan âhiret yolunda evvelâ avâmdır yâni halktandır. Nasıl kendini tedâvî edebilir. Kalb hastalıklarının tedâvîsi maddî tedâvîden daha zordur. Acaba nazarî olarak tıb ilmini tahsil edene, senin oğlun dâhi olsa beyin ve kalb ameliyâtında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu kadar vâizler, nasîhatlarıyla az kimseleri yola getirirler fakat mânevî rehber olan hocalar öyle değildir. Peçok günahkâr ve fâsık onların sohbetleri sebebiyle günahlarından vaz geçmişlerdir. Bu hâl apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamânımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyânı fazla olmuştur. Bugün vâz ve nasîhat eden kimseler çoktur ama hakîkî saâdet yolunu gösteren rehberler azdır."
Abdülhakîm Hüseynî bir sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdu:
Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzel ahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir.
Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır.
İkincisi; tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir.
Üçüncüsü; Allahü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâreti gerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerine vermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; "Utancından dolayı gasb ettiği ve çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ile ilgili tövbesi sahîh değildir." buyurdu.
Dördüncüsü; yaptığından pişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir.
Beşincisi; istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmet yoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasd eylemektir.
Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır.
Yedincisi; günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk'ın mağfiretini ümid etmektir.
Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf edip affını taleb etmektir.
Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîri ve adâleti ile olmuş bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğine inanmaktır.
Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir.
14-)SEYYİD MUHAMMED RAŞİD-EL HÜSEYNİ K.S
Bağlıları arasında Seyda hazretleri namıyla bilinen Eşşeyh Esseyyid Muhammed Raşid Erol (k.s.) hazretleri 23.3.1930 tarihinde
Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Siyanüs köyünde dünyayı şereflendirmişlerdir. Babası Gavsi Bilvanisi Seyyid Abdulhakim Hüseyni (k.s.) hazretleri olup Nakşibendi büyüklerindendir.
Dedeleri Seyyid Muhammed Şeyh Muhammed Diya-uddin (k.s.) hazretlerinin halifelerindendir. Baba ve dedeleri ilim ve tarikat ehli olan Seyda hazretleri Evladı Resul olup Bilvanis seyyidlerindendir. Hz. Hüseyin (r.a.) soyundan geldiği için de "El-Hüseyni" denilmektedir.
Dedesi Seyyid Muhammed (k.s.) medreselerde yetişmiş çok büyük bir alimdi.
Hüsn-ü hat sanatinda çok mahirdi. Hazret'e intisab etmiş, Nakşibendi halifesi olarak icazet ve hilafet almişti.
Fakat kendisi şeyhine "Sizin sagliginizda kendi halifeligimi açikliya-mam, sizden sonraya kalirsam, açiklanmasini birisine vasiyyet edersiniz.
Aksi takdirde sizin yaşadiginiz devirde ben mürşidim ben şeyhim diyemem, lütfen beni gizleyiniz" diye rica etmişti.
Şeyhinden önce vefat ettigi içinde halifeligi açiktan ilan edilmeyip gizli kalmiştir. Babası olan Gavs hazretlerini Seyyid Muham-med'in vefatı üzerine Seyyid Maruf (k.s.) (Seyda hazretlerinin dedesinin babası) büyütmüştür.
Gavs hazretleri Siyanüs seyyidlerinden olan Fatime Validemizle evlenmişler, bu izdivaçtan Seyyid Muhammed (k.s.), Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) ve Seyyid Zeynel Abidin isimlerinde üç oğlu ile Halime ve Hatice isminde iki kızı olmuştur.
Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir. İlk zevcesinin teşvikiyle evlendiği Ta-runi köyünden Seyyide olan ikinci hanımı Sıdıka Va-lidemizdende Seyda hazretlerinin diğer kardeşleri, Seyyid Abdülbaki (k.s.), Seyyid Ahmed, Seyyid Ab-dülhalim, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver ile Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye adlı kızkardeşleri olmuştur.
Seyda hazretleri 2 yaşlarında iken Seyyid Maruf vefat edince Gavs hazretleri evini Siyanüs köyünden Taruni köyüne taşıdı. Burada 13 sene kaldılar.
Daha sonra mürşidi Ahmedi Haznevi'nin (k.s.) izniyle Bilvanis köyüne hicret ettiler. Şah-ı Hazne Seyda Hazretlerini 9 yaşındayken görür.
Yüzü aydınlanır. İleride çok sofileri olacağını belirtir ve Allah'a şükrederek "Biz onun cemaatında bulunamazsak da, o çok kalabalık cemaatın çobanını görmek te büyük bir nimettir" derler.
Seyda hazretleri (k.s.) bu köyde yine Seyyide olan Sekine Validemizle evlenmişlerdir. Bu evlilikten Seyyid Fevzeddin, Seyyid Abdülgani, Seyyid Taceddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdurrakib isimli oğullan ile Haşine, Muhsine, Hasibe, Rukiye, Münevver, Mukaddes, Mümine ve Hediye isimli kızları dünyaya gelmiştir.
Gavs hazretleri Bilvanis köyünde 6 sene kaldıktan sonra Seyda hazretleriyle birlikte Bitlis'in Kasrik köyüne taşındılar. Burada 11 sene kaldıktan sonra Siirt'in Kozluk kazasının Gadir köyüne hicret ettiler.
9 sene (Burada iken vatan görevini önce acemi birliği olan Manisa'da, sonra Diyarbakır'da tamamladı) kaldıkları Gadir'den hayatının sonuna kadar ikamet edecekleri Adıyaman ilinin Kâhta kazasının Menzil köyüne yerleştiler.
Babası Gavs hazretleri l Haziran 1972 yılında vefat edince başhyan ir-şad görevi 21 sene 4 ay 19 gün devam etmişti. Seyda Hazretleri babasının vefatında buyurdular: "Allah (cc) Resulüne "Biz seni alemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey için göndermedik. Allah Rasûlünün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü.
Benim babam da Allah Rasûlünün varislerin-dendir. Ben onun Allah yolunda insanları irşad ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz onu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam vefat etti. Nakl-i mekan etti. Allah Hayy'dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah'a... herşey fanidir."
1968 yılında halifelik icazetini alan 1972 yılında irşad görevine başlayan Seyda hazretlerinin (k.s.) yurtiçinden ve yurdışmdan aşırı ziyaretçisinin gelmesi 18.7.1983 tarihinde Çanakkale'nin Gökçeada ilçesinde mecburi ikametine yolaçmıştır. Önce Adıyaman'a, sonra Adana'ya oradanda Gökçeada'ya götürülen Seyda hazretleri çektiği sıkıntı ve adanın havasının, sıhhatini etkilemesi sonucu 30.1.1985 tarihinde Ankara'ya nakledilmiştir.
Burada da 16 ay gözetim altında tutulduktan sonra Merkezi idarenin müsadesiyle tekrar Menzil'e dönmüştür. Tekrar tebliğ ve irşad hizmetinedevam ederken 1991 yılının Ramazan Bayramı bayramlaşması sırasında içersine zehirli böcek ilacı çekilmiş şırıngayla suikast yapılmış, eline isabet eden zehir etkisini göstermiş, acil müdahaleyle hastaneye yatırılan Seyda hazretleri (k.s.) hayati tehlikeyi atlatmış, fakat elinin üstündeki ve içindeki yaralar sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir.
Şeker, damar sertligi, tansiyon ve romatizma hastaliklari nedeniyle uzun yillar tedavi gören Seyda hazretlerinin ölümünden bir yil önce ayagi kirilmiş çektigi izdiraplarina bir yenisi eklenmiş, fakat irşad faaliyetleri kesintisiz devam etmiştir.
Romatizma sebebiyle her yaz gittiği Afyondaki kaplıcalardan Ankara'ya dönüşünden bir kaç gün sonra 22.10,1993 Cuma günü cuma namazından önce 63 yaşında Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur. Vefat haberini alan onbinlerce bağlısının katılımıyla ertesi gün Menzilde babasının yanı başında toprağa verilmiştir.
15-)ŞEYH SEYDA MUHAMMED-EL KONYEVİ (ŞAHI REYHAN) K.S
Seyda-i Muhammed el-Konyevi (Kuddise Sirruh), miladi 1942 yılında Mardin ilinin merkezine bağlı Konaklı köyünde doğdu. Şu an hayatta olup Konya sivil havaalanı civarında bulunan Reyhani köyünde insanlara Allah-u Zülcelal'ın emir ve nehylerini anlatmak suretiyle insanların dünyada ve ahirette kurtuluşlarına vesile olmaktadır. Sevenleri arasında Seyda namıyla tanınmıştır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), anne tarafından Hz. Ömer (Radiyallahu Anh)'in soyundan olup, daha küçük yaşlarda büyük bir zat ve insanlara hidayet rehberi olacağı belliydi. İlim tahsiline başlamadan önce bir süre kendi keçilerine çobanlık yaptı. O zaman köyleri kuraklık idi. Keçileri otlatmak için gece yola çıkarken, sabah namazını düşünerek suyunu yanında götürürdü. Herhangi bir sebeble suyu zayi olduğu zaman; "Sabah namazının abdestini nasıl alacağım." diye geceyi uyumadan, hep düşünerek geçirirdi.
Epey uzaklıktaki köye doğru karanlıkta giderdi. Köye gelirken sabah namazının vaktinin geçmesinden, güneşin doğmasından hep
endişe ederdi. Köye vardığında ise Allah-u Zülcelal'in bir lütfu olarak henüz sabah namazı vakti girmemiş olurdu. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bunların hepsinin Allah-u Zülcelal'in bir ikramı, O'nun bir ni'meti olduğunu ifade ederdi. Bütün bunları; kendi kemalatı olduğunu açıklamak için değil, Allah-u Zülcelal'in kendi üzerindeki bir ni'meti olduğunu açıklamak için söylerdi.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) daha küçük yaşlardayken bile cemaati kaçırmazdı. Köy halkından o yaştakiler arasında camiiye gelende yoktu. Köyün imamlığını yapan akrabası, ona nazar değmesinden korkardı. Bunları, hiç kimse ona zahiri irşad yapıp, tavsiye etmediği, anlatmadığı halde ibadetlerine devam ediyordu. Bu da gösteriyor ki bütün bunlar, Allah-u Zülcelal'in ona bir ikramıydı. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) bir süre sonra ilim uğruna bir medreseye yerleşti. Medrese günlerinden bahsederken şöyle buyurdu; "O günlerin tadı bambaşka idi. İlim ve din aşkı bizi öyle sarmıştı ki; eve geldiğim zaman, akrabalarımız, ilim ve din aşkından deli olacaksın diye üzülürlerdi.
"Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'nin zahiri hocalarından birisi onun için; "Yalnız o talebeliğin hakkını veriyordu." buyurmuştu.Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), Muhammed Diyauddin (Kuddise Sirruh)'in torunlarından molla Takyeddin'in halifesi molla Abdulbaki ve Seyda-i Süleyman Banihi'den de ilim tahsil etti. Birkaç Alimden daha ilim tahsil ederek en son Gavs-ı Bilvanisi (Kuddise Sirruh)'nin halifelerinden Abdussamed-i Ferhendi (Kuddise Sirruh)'nin yanına geldi.
Onun yanında bir yıl kaldıktan sonra zahiri ilimlerden icazet aldı. Daha sonra Allah-u Zülcelal nasip ettiğinden, Abdussamed-i Ferhendi (Kuddise Sirruh), onun güzel ahlakından dolayı kızıyla evlendirdi.Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), Abdussamed-i Ferhendi (Kuddise Sirruh)'nin yanında iken icazetine iki ay kala şöyle bir rüya gördü; "Şah-ı Hazne (Kuddise Sirruh)'nin oğlu, Şeyh Aleaddin'nin bir elçisi, şeyh Aleaddin'in; "Ben filan yerdeyim, bekliyorum, acele gel!" dediğini nakletti. Bu rüyanın işaretiyle
Şeyh Aleaddin'nin yanına giderek ona intisap etti. Kısa bir zaman sonra Şeyh Aleaddin vefat edince, köyüne döndü. O zamanlar dayısı o köyün imamı idi. Dayısı görevden ayrılınca, köy halkı ona imamlık yapmasını teklif ettiler. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) kendi köyü olması sebebiyle ilk önce kabul etmek istemedi. Ancak çok ısrar üzerine onlara iki şart koştu. Bu şartlardan birincisi; çalgılı düğünlerin terkedilmesi ve kadınlarla erkeklerin bir arada oynamamaları idi. ikincisi; beraberinde getirdiği talebelerin, bakımının üstlenilmesi idi. Köylüler bu şartları kabul ettiler.
Orada küçük bir medrese yaparak üç yıl ikamet etti. Üç yıl sonra kendi tabirleriyle oradaki nasibi bitti. Köylülerden birisi düğününü çalgılı bir şekilde yapınca, oradan ayrıldı. Bazı geceler hayırlı bir yer ve hayırlı bir nasip dileyerek ağladığı söylenir. Allah-u Zülcelal onun bu duasını kabul etti. O sıralarda Gavs-ı Bilvanisi (Kuddise Sirruh) vefat etmiş ve oğlu Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh), insanlara Allah-u Zülcelal'in emir ve nehylerini anlatmak suretiyle irşada başlamıştı. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin daveti üzerine, kayınpederi Abdussamed-i Ferhendi (Kuddise Sirruh) ile birlikte Menzil köyüne geldi. Yirmi yıldan fazla Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin yanında kaldı ve hizmetinde bulundu. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh) o günleri anarken; "Keşke bütün ömrümüz onun hizmetinde geçseydi." buyurmuştu.Bazı insanlar, Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'nin, bazı nedenlerle oradan ayrılma söylentisi üzerine,
Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin şöyle dediğini nakletmişlerdir;"Ey Molla Muhammed! Senin Menzilden ayrılman benim yüz ölümüme bedeldir. Ben bulunduğum müddetçe burada olacaksın. Benimle geldin ve benimle gideceksin."Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh), Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'yi çok severdi. Hatta bazı insanlar söyleyemedikleri meseleleri onun aracılığıyla Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'e iletirlerdi. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh)'ye; "Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh) sizi çok seviyor. Bunun hikmeti nedir?" dedikleri zaman; "O benim kemalatımdan değil, Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin şevkat ve merhametindendir." buyururdu.Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin vefatından sonra bir yıla yakın teberrüken Menzil'de kaldı. Daha sonra Seyyid Muhammed Raşid (Kuddise Sirruh)'nin işareti üzerine Konya’ya hicret etti. Halen Konya’da insanlara Allah-u Zülcelal'in emir ve nehylerini anlatmak suretiyle onların dünyada ve ahirette saadete kavuşmalarına vesile olmaktadır.
Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), sevenlerine daima Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in ve ashab-ı kiramın yolundan gitmelerini tavsiye ederdi. Sevenlerine, Allah-u Zülcelal'in rahmetinden, nefsin ve dünyanın kötülüğünden çok bahsederdi. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ashab-ı kiram ve ilmiyle amel eden alimlerin ahlakından bahseder ve onlar gibi ahlaklanmalarını söylerdi. Seyda-i Konyevi (Kuddise Sirruh), bu kitaptan başka insanların dünyada ve ahirette saadete kavuşmaları için manevi ilaç niteliğinde başka kitaplar da yazmıştır.
YOKTUR BU DEVİRDE EŞİ ,
YOLA GETİRİR AZMIŞI,
ZAMANIN ODUR GÜNEŞİ,
MEDET YA ŞAHI REYHANİ !..
HİMMET YA ŞAHI SEYDAYİ !..
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 13 ziyaretçi (25 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
| | |